World in my Viewfinder

1 Mayıs 2020 Cuma

Beş Adımda Ülkenizi Nasıl Çökertirsiniz Kılavuzu

Bir 1 Mayıs günü ülkenin gündemi yine basın üzerindeki baskılar, sendikacılara gözaltılar, işbirlikçi gazetecilerin de desteği ile pandemiyi bahane ederek ülkeyi malum bir rotaya sürüklenmesinin ivme kazanması olunca, arkadaşların işlerini kolaylaştırmak için küçük bir derlemeyi bilgilerine sunmak istedim. Bazen hedeflerinden sapmalar görüyorum ve bu derleme ile emellerine daha hızla ulaşmalarını sağlayacak ipuçlarını vermeyi hedefliyorum.


Derlemenin ana hatlarını Daron Acemoğlu ve James A.Robinson’un sadece ülkemizde bile 45-50 baskı yapan yapıtları Ulusların Düşüşü oluşturacak. Tümdengelimci bir yaklaşımla kaleme alınıp, kendilerinden önce bu konuda kafa yormuş kişileri (Diamond, Fergusson, Morris vs) yanlışlama üzerine toplanan örneklerle bir kuram yaratmaya çalışmış olsalar da, Ulusların Düşüşü’nde amacımıza uygun çok kıymetli bir yol haritası çiziliyor. Kitabın geri kalanı ile ilgili eleştirilerimizi sürmekte olan bir başka detaylı çalışmaya bırakarak, bu yol haritasının kilometre taşlarını belirlemeye çalışalım. 

Her ne kadar Acemoğlu böyle bir eser için kendi ülkesinden sınırsız örnek toparlayabilirdiyse de, sonradan öğrendiğim siyasi kaygıları nedeniyle bir iki ufak tefek Osmanlı eleştirisi dışında polemikten uzak kalmaya çalışmış gözüküyor. Aşağıdaki değerlendirmede aksi belirtilmedikçe italik olarak verilen alıntılar Ulusların Düşüşü’nden aynen aktarılmıştır. 



1.Hukukun üstünlüğüne son verin

Hukukun üstünlüğü kavramı, çok tekrar edilegeldiğinden zaten kendi başına anlamının altı oyulmuş tartışmalı bir kavram haline getirilmiştir. Burada sorulması gereken soru ‘hukuk kimden üstün olacak?’ sorusudur. Örneğin elitler ve monarklar için bu sorunun cevabı ‘halktan’, halk içinse ‘başında kim varsa ondan’  olmuştur. Hukukun üstünlüğünde anlaşılması gereken temel kavram hukuk normlarına çoğunlukta olsun azınlıkta olsun tüm toplum katmanlarınca saygı gösterilmesi gerektiğidir. Örneğin Acemoğlu “Gerçekten de, mutlakiyetçi siyasal kurumların olduğu koşullarda hukukun üstünlüğü tasavvur edilemez. Hukukun üstünlüğü çoğulcu siyasal kurumların ve çoğulculuğu destekleyen geniş tabanlı koalisyonların ürünüdür.”( s.298) derken hukukun çoğulcu kurumların eseri olduğunu iddia ediyor ki, sanırım kanunlarla hukuku karıştırıyor. Dünyayı şekillendiren hukuk normlarının çoğu konunun uzmanı (elit de diyebilirsiniz) hukukçuların ürünüdür ve halk çoğunluğu da bunu genellikle özümseyemez. Kimi zaman antik çağ krallıklarında zamanın çok üzerinde bir hukuk normu oluşturulabilmişken, çoğulcu sistemler hukuk garabetleri üretebilmişlerdir. 

Kanunların ana çerçeveyi (üst normları) belirleyen bir ilk sözleşme çerçevesinde yapılması şartı vardır. Bu şart, her ne kadar ilk kez derli toplu açıklamasını Thomas Hobbes’da bulmuşsa da(2), bu ilk sözleşmenin çoğunlukça değil oybirliği ile kabulü olması gerektiğini de ilk söyleyen J.J.Rousseau(3) olmuştur. Oybirliği ile kabul, tüm azınlıkların da haklarını güvence altına alacak tek yöntemdir ve bugün bunun hala çok uzağındayız. Bugün seçim sisteminde yapılan değişikliklerle, seçim barajı da varken oyların %40’ını alan partinin anayasayı (ilk sözleşmeyi) değiştirme çoğunluğuna erişmesi bile hiç zor değildir. Seçim barajı biraz daha yükseltilirse toplumun birlikteliğinin güvencesi olan ilk sözleşmenin ortadan kaldırılması da o kadar kolaylaşacaktır. Nisbi temsil sistemlerinde seçim barajı yükseldikçe parlamentolarda temsil hakkı kazanan grupların etkisi katlanarak artar. Örneğin İngiltere’de yayınlanan 1838 tarihli Halkın Bildirgesi’nde bu konu çok iyi anlaşılmıştır: “Büyük seçim bölgelerinin oylarını yutmalarına müsaade etmek yerine aynı miktarda seçmen için aynı miktarda temsili sunan seçim bölgeleri (dar bölge) s.305” oluşturulması istenmiştir. 

Bu noktada unutulmamalı ki, mahkemelerin millet adına karar veriyor oluşu ‘çoğunluk adına’ karar verdiklerini değil, ilk sözleşmeden kaynaklı üst norm adına karar verdiklerini gösterir. Çoğunluk adına karar veren Atina’nın yuttaşlardan oluşan 500 kişilik mahkemesinin Socrates’i ölüme 221’e karşı 279 oyla yolladığı unutulmamalıdır.  

Acemoğlu, “Black Act etrafında gelişen olaylar, Görkemli Devrim’in hukukun üstünlüğü ilkesini yarattığını, bu nosyonun İngiltere ve Britanya’da daha kuvvetli olduğunu ve elitlere hayal edebileceklerinden bile daha fazla kısıtlama getirdiğini göstermektedir. (s.297)” derken de tarihsel gelişimi doğru yansıtmamaktadır. Örneğin elitlerin haklarını Norman krallarına karşı koruyan Magna Carta’da bile bu hukukun üstünlüğü kavramı İngiltere özelinde çoktan açığa çıkmıştı. İçinde pek halktan söz edilmese de (4) bir monarkı sınırlayan ilk yazılı metin olarak tarihe geçmişti. Ancak, Roma hukukuna gidersek, pleblerin bile patriarklar (pederşahiler) karşısında haklarını koruyan mahkemeler olduğunu görürüz. Hukukun üstünlüğünün yolculuğu Acemoğlu’nun belirttiğinden çok daha eskiye dayanmaktadır. Ancak,  “... Yıldız Mahkemesi’nin düpedüz Stuart hükümdarlarının isteklerini yerine getirdiği, muhaliflerin üstüne baskı kurmak için bir araç vazifesi gördüğü ve kralların beğenmedikleri hakimleri görevden alabildiği 17.yüzyılda değillerdi. Artık Whigler de kanunların keyfi olarak ya da ayrım gözeterek uygulanamayacağını ve kimsenin kanundan üstün olamayacağını buyuran hukukun üstünlüğü ilkesine göre hareket etmek zorundaydı. (s.297)” yorumu kurumsallaşmanın daha 18.yüzyıldan itibaren oturtulmasını göstermesi yönünden çok önemlidir. Batı’da keyfi hakim atamalarının -gün gelir okun ucu kendimize dönerse korkusuyla- üçyüz yıldır pek yapılmaması önemlidir. Okun ucu döndüğünde iç çatışma ve yıkım da kaçınılmazdır. Bu yüzden tüm yargıçları hızla kendinize bağlamalısınız. Helen bazı çatlak sesler çıkabilmektedir. 

Usul’ün esasın önüne çıkmasını da Acemoğlu yine aynı dönemdeki bir mahkeme kararına dayandırıyor;  “10 Kasım 1724’te parkın dışında yaşayan yöre sakinlerinden John Huntridge geyik hırsızlarına yardım ve malum Karalar’ı <Blacks: Yüzlerini kara örtü ile örtüp geceleri malikanaelri haraca bağlayan ve geyikleri öldüren Suaart monarşisininde yana olan grup için kullanmış yazar> azmettirmekle suçlandı; her iki suçun cezası da asılarak idam edilmekti. .... Sekiz-on saatlik bir duruşmanın ardından jüri kanıtların toplanma şeklindeki usulsüzlükler nedeni ile Huntridge’i suçsuz buldu. (s.297)” Bu nedenle hızlı bir çöküş için, usullerin geri plana atılarak evrensel hukuk normlarının daha büyük bir hızla ihlal edilmesinin gereği vardır. Çok değil on yıl kadar önce ismi lazım değil bir ülkede insanlar 2007 yılında icat edilmiş fontları 2002 yılındaki darbe dökümanı hazırladıklarından müebbet hapislere çarptırılmışlardı.

Franklin Roosevelt
Görüldüğü üzere hukukun üstünlüğü genellikle yöneticiler için büyük bir ayak bağı oluşturur. Ülkenin kurumları ne kadar güçlüyse bu ayak bağı da o derece sağlamdır ve hızla elimine edilmelidir. Büyük ekonomik krizler ya da salgınlar, yönetenlere bu kaideleri ortadan kaldırmak için önemli imkanlar sunarlar. Toplumda tedirginlik ne kadar artarsa lider babaya boyun eğme dürtüsü de o derece artar. ABD’den bir örnekle devam edelim; “Buhranın 1929’daki başlangıcından beri ... Roosevelt’in bu durumla mücadele etmek için önerdiği politikalar New Deal olarak biliniyordu ... Başkan Roosevelt ve ekibi sınai rekabeti kısıtlamanın, sendika kurmaları için işçilere daha fazla hak tanımanın ve çalışma standartlarını düzenlemenin kalkınma girişimi için hayati önem taşıdığına inanıyordu... Yüksek Mahkeme 27 Mayıs 1935’te oybirliği ile Birinci Kısmın anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Verdikleri hüküm, ‘olağanüstü koşullar olağanüstü çareler gerektirebilir. Fakat ... olağanüstü koşullar anayasal güç oluşturamaz ya da onu genişletemez’ diyordu.(s.315)” Roosevelt daha sonra mahkemeyi -tanıdık şekilde- hukuki değil siyasi karar almakla suçlayacak olsa da, anayasa değişikiği falan yapıp yüksek mahkemeyi kendine bağlamayı denemedi. Ama siz başarıya daha hızlı ulaşmak istiyorsanız olağanüstü dönemlerin altın fırsatlarını değerlendirmeli ve zaten şoke uğramış ve refleksleri düşmüş muhalefet boşluğunu hızla değerlendirmeli, başka zamanlarda hayal edemeyeceğiniz kanunları geçirebilmelisiniz.

1950’lerde Arjantin’e geldiğimizde çok daha hızlı çöküş isteyen cürretkar birisi ile karşılacaktık;  “Mahkemeyi zayıflatmak, çok açık bir biçimde Peron’un siyasal kısıtlamalardan kurtulmasına yol açmıştı. ... Örneğin henüz atadığı yargıçlar, ana muhalefet lideri Ricardo Balbin’in Peron’a saygısızlık etmekten suçlu bulunmasının anayasaya uygun olduğuna hükmettiler. Peron artık fiilen diktatör olarak hüküm sürüyordu. (s.319)” Peron’un hikayesi Evita’nın romantik hikayesine pek benzemiyordu. 

Bugünün hızla çöküşe giden toplumlarında hukukun üstünlüğünü yok etmek isteyenler halen “milli irade” gibi kavramların altını bilerek boşaltma yoluna giderler. Milli iradenin üstünlüğünü sürekli vurgulayarak hukuku ortadan kaldırdınız mı, önünüzde Socrates’i idama getirecek hazır kıtaları da buluverirsiniz. Biraz beslemek yeterlidir.

2.Özel mülkiyet haklarını tanımayın

Özel mülkiyet ile fikri mülkiyet haklarını beraber ele almak gerekir. Sonuçta her ikisinin de çalınması kişisel zenginliğin çalınması anlamına gelir. Kişisel edinimlerin güvence altında olmadığı bir yerde insanların da refaha ulaşmak için çalışıp, yaratmak ve üretmek için motivasyonları kalmaz.  Özel mülkiyetin tanınması kavramı 4000 yıl önce Mezopotamya şehir devletlerine kadar uzanır(5). Yine de pek çok araştırmacı, john Locke gibi düşünürlerin özel mülkiyet haklarının güvence altında tutulmasına ilişkin fikirlerinin ABD anayasasında yer almasıyla Kuzey Amerika’nın güneyden pozitif yönde kopmaya başladığını iddia eder. Sonuçta girişimci, yaratıcılığını ekonomik değer üretmek için kullanırken topyekün kalkınmaya da hizmet eder.  “Bu girişimciler rüya projelerini hayata geçirilebileceğine başından beri inandılar. Kurumlara ve bu kurumların meydana getirdiği hukukun üstünlüğüne güvenleri tamdı ve mülkiyet haklarının emniyetinden endişe etmiyorlardı. Son olarak, siyasal kurumlar istikrar ve sürekliliği güvence altına aldılar. Herşeyden önce, bir diktatörün iktidara gelip oyunun kurallarına değiştirmeyeceğinden, varlıklarına el konmayacağından, onları hapse atmayacağından emindiler. s.47” Hızla çöküşe gitmek isteyen bir iktidar onun bunun malına el koymalı ve, ekonomik canlılığı sıfırlayarak en altta kalanları ya açlığa ya da ayaklanmaya zorlamalıdır. Bazen yaratılmış ekonomik değerlerin üzerine el koyarak çöreklenmek ve bunları kendi yandaşlarına kaynağı belirsiz fonlar kullanarak aktarmak da iyi bir yöntem olarak karşımıza çıkar.   

Robert Mugabe
Özel mülkiyet hakları ve zenginleşme şansı sadece eşe dosta ve yandaşa tanınırsa etkisi katmerli olur. Hatta halkın parasıyla düzenlenecek piyangoları bile kendinize değilse de hısım akrabaya çıkartma şansınız olmalıdır;  Zimbabwe’de 2000’in Ocak ayıydı. Sunucu Fallot Chawawa kısmen devlet bankası olan Zimbank tarafından düzenlenen milli piyangoda kazanan bileti belirlemek için görevliydi. Piyango 1999’un Aralık ayı itibarı ile bu bankada hesaplarında beş bin ya da daha fazla Zimbabve doları bulunan tüm müşterilere açıktı. ... Sunucu Chawawa yüz bin Zimbabve doları ödüllü bilet kendisine uzatılıp, biletin üzerinde ‘Ekselansları RG Mugabe’ yazdığını gördüğünde gözlerine inanamadı. (s.353)”. Mugabe böyle bir şansı tepmemişti. Daha da hızlı bir çöküş isteseydi sanırım Zimbank’a toptan el koymalıydı; eksik yapmıştı. Sonuçta çöküş için ülkedeki her tür menkul hareketin tek elden geçmesi önemlidir; bunlar bağış, yardım, fitre  vs adı altında olsalar bile. 

3.Gücü tek elde toplayın

Mutlak iktidarın önündeki en büyük engel, kurumlaşmış bir ülkedeki denge-denetim mekanizmalarıdır. Özerk yapılar sonuçta çöküşün işleyişini yavaşlatan unsurlardır; hele finansal özerkliğe sahip olanlar. …ülkedeki gücü merkezileştirmeye kalkışan herhangi bir klan, grup ya da siyasetçi aynı zamanda kendi elindeki gücü de merkezileştirmiş olacaktır… “ ama unutulmamalı ki; “… Sömürüden çıkar sağlayan her elit için yerine geçmeye can atacak bir ‘gayr-i elit’ vardır. Bazen iç çatışma sadece bir elitin yerine diğerini getirir. Bazen Maya şehir devletlerinin 2 bin yıldan uzun bir zaman önce inşa ettikleri görkemli uygarlığın başına geldiği gibi, devletin ve toplumun çöküşüne neden olan bir süreç başlatarak tüm sömürücü toplumu yıkıma uğratır. (s.137)”

Siaka Stevens
Çöküşe hızla gitmek isteyen her iktidar, merkez bankasını kontrol altına almak ister ve bunun yolu çoktur; “…1980’de Sierra Leone’de dönemin merkez bankası başkanı Sam Bunagara, Siaka Stevens’ın politikalarını savurgan bularak eleştirdi. Çok geçmeden öldürüldü ve merkez bankası binasının en üst katından, epey ‘yerinde’ bir ad taşıyan Sieka Stevens Caddesine fırlatıldı. Bundan da anlaşıldığı gibi, sömürücü siyasal kurumlar aynı zamanda bir kısırdöngü oluşturma eğilimi de taşır; çünkü devletin, güçlerini daha fazla gasp edip kötüye kullanmak isteyenlere karşı hiçbir savunması yoktur. (s.331)” Bazen merkez bankası başkanını öldürmek radikal bir çözüm gibi gelebilir. O zaman yerine hısım-akraba atamanız daha doğru olur. 

İktidarların canını en çok sıkan özerk kurumlardan birisi de ekonomik verileri toplayıp işleyenlerdir; 12 Mayıs 1978’de ... hükümetin enflasyon rakamlarını ayarladığı ve hayat pahalılığındaki artışın dikkate alınmadığı haberi yayılmıştı. Sabah 7’de vardiya başladı, işçiler aletlerini bıraktı. .... Scania grevi Brezilya’nın tamamını etkisi altoına ailan bir grev dalgasının ilk ayağıydı. (s.431)” Bu kurumlar rakamlardan anlayan insanlardan oluştuğu için daha büyük rezistans göstereceklerdir. Gözlerinin yaşına bakmadan sarayınızdan yollanacak veriye dayanmayan rakamları yayınlayacak tercihen de hısmınız olan yöneticileri atarsanız toplumun büyük kesimlerini daha hızlı germiş olursunuz.  

Tabii genelde çöküş ya yıkım ya da devrim ile olur. Yalnız dikkat edilmesi gereken nokta Acemoğlu’nun da belirttiği üzere; “Tarih, Alman sosyolog Robert Michels’in ‘Oligarşinin tunç yasası’ olarak adlandırdığı, son derece kötücül bir kısır döngü biçim olan bir örüntüye, bir tiranın yerine başka bir tiranı getiren devrimlerin ve radikal hareketlerin örnekleriyle doludur. s.108” Çöküşten sonra düzelme bekleyenlere duyurmak gerek. 

4.Ülkeyi yönetirken çıkar-çatışması olsa da her makama yandaşlarınızı getirmeye özen gösterin

Tarihin dönüm noktalarını belirleyen o gün için farkına varılmamış çok küçük farklar olabilir. Ama kanımca, bu küçük farkların hiçbirisi bugünkü dünyanın şekillendirilmesinde mihenk taşı olmuş İnebahtı Savaşı’nın kaderini değiştiren fark kadar olmamıştır.  “II.Selim’in tenkit edilebilecek yanı bir denizci yerine bir din adamını donanmanın başına geçirmesidir.”(6) Osman Necmi Gürmen’in tarihi romanından bir alıntı yapalım: 

  • Reis Uluç Ali Petras körfezinde dar bir geçidi geçilemeyecek hale getirip savaşmaktansa körfezde kalmayı tercih ediyordu. Kapudan-ı derya ve maiyeti bu fikri benimsemeye başladığı anda, Kıbrıs’ta Magosa Kalesi’nin alındığı haberi ile iyice heyecanlanıyor, Selim Han’ın şerefini düşünün tarzı yaklaşımıyla ateş gücü yüksek düşman donanması ile savaşmayı arzuluyor, karşı çıkanları da kafirlikle suçluyordu.” 

İnebahtı Deniz Savaşı
Resilerin itirazlarına rağmen açık denize çıkmamakta direnince imam Kapudan:
  • "...Reis’in tepesi attı bu kez: ‘Destur Kapudan olacak imam’ diye gürledi. ‘Bugüne dek savaşları müezzinler mi kazandı? Ey Hızır’la, Turgut’la birlikte dövüşen gaziler, sizlerin malumudur, gülle karinayı deldi mi mürettebat kendini karaya atmaktan başka bir şey düşünmez. Yanı başımızda kıyılar. Sen bozgun hazırlığındasın allahlık!” 

Olayın sonu malum. Aslında Sokullu’nun korktuğu başına gelmiş, Kıbrıs’a sefer düzenlenmesi bütün Hıristiyan Akdenizlileri Osmanlı’ya karşı birleştirmiş ve sonucunda neredeyse tüm donanma yokedilmiştir. II.Selim'in güzel Kıbrıs şaraplarına kısa yoldan ulaşma arzusunu yenememiştir.(6) Daha da vahimi, Fatih’ten beri süren ‘yenilmez Osmanlı’ imajı yerle birdir. Bu durumda zevahiri kurtarmak gerekir ve o tarihin en ünlü hamasi sözlerini söyleyiverir, Sokullu: ‘Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizim sakalımızı. Kesilen sakal daha gür biter ama kol yerine gelmez!’

Hamaset güzeldir de, gerçek nedir? İnebahtı ile Osmanlı Akdeniz’in doğusuna sürülmüş, Atlantik kapısı ilelebet kapanmıştır. Amerika kıtaları Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş, Osmanlı Amerikalardan yağan altın ve gümüşün neden olduğu enflasyonu bile anlayamamıştır. Ama bu yavaş çöküş yerine daha hızlısını gerçekleştirmek isterseniz  sadece donanmayı değil tüm orduyu din adamlarına verebilirsiniz. Hele bunlar da gelecek mehdiye hazırlık yapma stratejisi belirlerse daha da güzel olur.

Hüsnü Mübarek
Modern zamanlarda ise çöküşe götüren yöntemler daha çetrefil şekillerde yürütülebiliyor. Karar alıcı mekanizmalara, o kararladan kendileri adına nemalanacak insanlar oturtulabiliyor;  Enver Sedat’a düzenlenen suikastin ardından 1981’de başkan olan Hüsnü Mübarek, ... yoğun protestolar ve orduyla Şubat 2011’de iktidardan  uzaklaştırılıncaya dek UDP’yle hüküm sürdü. Büyük işadamları ekonomik çıkarlarıyla yakından ilgili bölgelerde önemli görevlere getirildi. Unilever AMET (Africa Middle East Turkey) eski başkanı Raşit Muhammed dış ticaret ve sanayi bakanı oldu; Mısır’ın en büyüklerinden Garana Travel Company’nin sahibi ve genel müdürü Muhammed Zuheyr Vahit Garana turizm bakanı oldu; Mısır’ın en büyük pamuk ihracat şirketi Nile Cotton Trade Co’nun kurucusu Emin Abaza tarım bakanı oldu. (s.377)” Mübarek’in sonu malum. Özel hasteneler zinciri olan kişiyi sağlık, özel okulları olanı da milli eğitim bakanı yapsaydı gidişatı bir nebze hızlandırabilirdi. O seviyeye ulaşamadı Mübarek. 

Kimi zaman devletler tekellerden çekilip rekabeti arttırma yoluna giderek ekonomiyi canlandırmak isteyebilirler, 1990’da Meksika’da olduğu gibi; “Meksika’daki özelleştirmenin sağladığı şey ise rekabeti arttırtmak yerine, Carlos Slim gibi siyasal bağlantıları olan işadamlarını zenginleştiren bir süreç sayesinde sadece devlet tekellerini özel tekellere dönüştürmek olmuştu. (s.378)” Daha hızlı amaca ulaşmak isterseniz de, fabrikalarınızı sadece arazilerini rezidanslara dönüştürecek şirketlere satar, sonra bu fabrikaların üretimleri yerine ithalat yolunu seçebilirsiniz. 

5.Basını tek başınıza kontrol edin 

Basın ve yayının iktidarlar üzerindeki yıkıcı etkisini ilk idrak edenler Osmanlı padişahlarıdır; “II.Beyazid, daha 1485’te çıkardığı bir fermanla Müslümanların Arapça baskı yapmasını açıkça yasakladı. Bu kural 1515’te Sultan I.Selim tarafıdan tekrarlandı. 1727’ye kadar Osmanlı topraklarında matbaaya müsaade edilmedi. (s.200)” Her ne kadar, bir kısım Yahudi azınlığa kendi kitaplarını basma izni Sultan Süleyman tarafından verilmişse de(6) 300 yıl boyunca bunu yasaklamayı başarmış başka bir hanedan daha olmamıştır.  Özellikle I.Selim’in bu konudaki öngörüsünün yanına yaklaşabilmiş bir Avrupalı da çıkmamıştır; Selim ‘matbaanın dinde ikilik yaratacağını’ daha 1515’de Luther’den bile önce görmüştür. Bilginin hızla yayılması sonuç itibari ile rezilliklerin de hızla yayılması anlamı taşır.   

Osmanlı’nın aksine Avrupalı hükümdarlar, matbaanın da etkisiyle ulusal bilince ulaşmış burjuvalarla mücadele etmek zorundaydılar;  “Ayrıca, kapsayıcı İngiliz kurumları çoktan Sanayi Devrimini başlatmıştı ve Britanya büyük ölçüde şehirleşmişti. Şehirli, yoğun, kısmen örgütlü ve yetkilendirilmiş halk gruplarına baskı uygulamak, köylülere ya da bağımlı serflere baskı uygulamaktan çok daha zordu. (s.305)” Bu nedenle okumuş-yazmış şehirli nüfusu eğitim görme adı altında hurafelerle cahil bırakmak çok önemlidir. Sonucu hemen olmasa da iki kuşak sonra kesin alınır.  

Basın-yayın yoluyla fikirlerin serbest dolaşımın sağlanması ekonomiyi hızlıca canlandırabilir ki bu büyük bir tehlikedir. İngilizler bu tehlikeyi göremediklerinden 17.yüzyılın sonunda sansürü bile bırakmışlardır. Osmanlı’da o dönemde sansür yoktur, zira yayınları basacak matbaa da bulunmamaktadır; Çoğulculuk ayrıca daha açık bir sistem yaratıp bağımsız bir basının gelişimine olanak tanır ve böylece kapsayıcı kurumları devam ettirmek isteyen grupların bu kurumlara yönelik tehditlerden haberdar olup bunlara karşı örgütlenmelerini kolaylaştırır. 1688’den sonra İngiliz hükümetinin basını sansürlemeyi bırakması son derece önemlidir. (s.300)”. 

Yukarıdaki beş maddenin hızla hayata geçirilmesi çöküş sürecinin hızlanması açısından elzemdir. Çağımız hız çağıdır ve tereddüde ve yavaşlığa yer yoktur.

Verdiğimiz örnekler dışında, başka gerçek ülke ve kişilerle benzerlik olmuşsa tamamen tesadüfidir.

Ender Şenkaya
1 Mayıs 2020

Kaynaklar:

  1. Daron Acemoğlu, James A.Robinson, Ulusların Düşüşü, 2012
  2. Thomas Hobbes, Leviathan 1651
  3. J.J.Rousseau, Toplum Sözleşmesi 1762
  4. Merry E.Wiessner-Hanks, Erken Modern Dönemde Avrupa, 2006
  5. Henri Frankfort, Uygarlığın Doğuşu, 1951
  6. Aaron Nommaz, Endülüs’ten Osmanlı’ya Paraya Yön Veren Yahudi Bankerler, 2019