World in my Viewfinder

13 Ocak 2020 Pazartesi

Kanyonlar Ülkesinde Ansel Adams’ı Aramak


ABD özellikle son dönemde , bize güzel çağrışımlar yaptıran bir ülke değil. Hatta bir topluluk içinde adı geçse, anında şeytanlaştırdığımız bir yer. Böyle bir zamanda bir Amerikan güzellemesi yapmak niyetinde değiliz. Sadece, hasbelkader Amerika’da yeralan Dünyamıza ait çok özel bir kaç jeolojik nokta üzerine izlenimlerimizi paylaşmak istedik. Hayatını Kuzey Amerika kıtasının güzelliklerine adamış, bunların korunması ve gelecek nesillere aktarımı için fotoğraf sanatının gücünü kullanmış bir insan, Ansel Adams’ı da bu seyahatte manen yanımıza alacağız. 


20.yüzyılın başında doğmuş ve neredeyse tüm bir yüzyıla şahitlik etmiş, hayran olduğu doğa ve fotoğraf sevgisi nedeni ile ailesinin çok istediği piyano eğitimini yarıda bırakıp, kendisini Kuzey Amerika’nın ve özelde güneybatısının doğasına emanet etmiş bir kişi, Ansel Adams. Bu yazıdaki amaç, haddimiz olmayarak O’nun fotoğrafları ile kendimizinkileri kıyaslamak değil. Tamamen kıtaya yabancı bir gözle bakarken, oraların bir sevdalısını ne kadar anlayabileceğiz, onu deneyimlemek. Yazımızda yeralan Peter Lik’inki dışında tüm siyah beyaz fotoğraflar Ansel Adams’a ait olduğunu baştan belirtelim.

Araç Kiralama Üzerine Notlar
Ansel Adams’ın Amerikasını görmek için dört eyalet geçmek gerekecek.  13 saatlik tıkış tıkış felaket bir THY uçuşu ile Los Angeles’a varıyoruz. Yolcular neredeyse üst üste istiflendiğinden hemen hemen hiç uyumamışız. Bu durumda iken bir de araç kiralayarak ilk zor geceyi atlatmamız gerekiyor. Yine felaket bir seçim yaparak Thrifty’den rezerve ettiğimiz araca, teslim alırken mecburen birkaç sigorta yaptırdığımızda aracın sınıfını düşürdüğümüz halde, fiyat iki katını buluyor. Bankodaki görevli, rezervasyondaki fiyatın üç katını vermemiz için, elinden gelen tüm korkutma taktiklerini kullanıp, başımıza gelecek binbir kötü olasılığı sıralasa da, bir yerde dur demesini biliyoruz. Uykusuz bir yolculuk ardından bir de soygun düzeninin içindeyiz. Amerika’da araçlar değil, kişiler sigortalı olduğundan kiralama ücretlerine nadiren sigortalar dahil ediliyor. Araçta hasar olursa, maddi hasar bir yana, kiralayan şirkete aracın çalıştırılmadığı günlerin bedelini de tazmin etmenizi isteyecekler. Hata sizde ise, bir de karşı tarafın, hem doğrudan hem de dolaylı kayıplarını da tazmin etmeniz gerekecek. Özellikle Kaliforniya gibi kaotik bir trafiği olan bir bölgede aslında ciddi risk altına giriyorsunuz. Bizim sigorta şirketleri, yurtdışı araç kiralamalar için bir sigorta satsalar, güzel bir açılım yapmış olurlar aslında. 

Pasifik Kıyısında
Perişan halde havaalanından çıkıp tam pik saatte Los Angeles trafiğine giriyoruz. Geçmişte ABD’de çok araç kullanmış olsam da, LA canavarlığını ilk kez deneyimliyorum. Bir Türk olarak ABD’de araba kullanırken zorlanacağım aklıma gelmezdi. İyi ki programımızda büyük şehirlere -mecburi Vegas konaklaması dışında- pek yer vermemişiz. İlk gece LA’den bir saat uzaktaki San Clemente’de kalacağız. San Clemente’nin ünlü ahşap iskelesini gün batımında görmek arzusundaydık ama, araç kiralama şirketinde o kadar vakit kaybettik ki, bize ilk geceye patladı. Araç kiralama ile ilgili son yaşayacağımız rezillik de bu olmayacaktı.  San Clemente’de otelden çıkıp biraz yürüyerek şehir havası almak istesek de,  evsizlerden başka sokakta pek kimseye rastlamadık. Turistik bir kasaba olsa da, akşamın bir saatinden sonra garip bir tedirginliği var. Polis karakolunun karşısındanki marketten alışveriş yaptık. Burası da arabasız gezilmemek üzere tasarlanmış tipik Amerikan kasabalarından. Yorgunluk ve daha çok tedirginlik nedeni ile atıştırmalıklarımızla otele dönüyoruz. Otelin avlusunda aldıklarımızı yiyip, uyumaya çekiliyoruz. Tabii ilk gün kolay değil. 

Amerikan Tarzı Cankurtaran
Sabah, tamamı tek kullanımlık tabak vs ile self-servis kahvaltımızı yapıp, büyük miktarda çöp ürettikten sonra, aracımıza bindiğimizde bir kötü sürpriz ile daha karşılaşıyoruz; aracın yağ değişimi gelmiş! Dokuz gün bizimle olmasını beklediğimiz araç, ilk gün sorun çıkartıyor. San Clemente’de, aslında San Diego’ya da uğrarız umuduyla, yolun yarılamış olmak için konaklamıştık. Hesapta bu yağ sorunu ve zaman kaybı yoktu. Thrifty’den yenilen kazıklar devam ediyordu. Biz de San Diego’yu pas geçip, doğrudan Las Vegas’a yollanmaya karar veriyoruz. Yağ sorununu orada halledeceğiz. Bu bize San Clemente’de 2 saat ilave zaman kazandırıyor. 

San Clemente Pier civarında kumsal yürüyüşü ve Pasifik ile ilk buluşma gerilen sinirleri bir miktar yumuşatıyor. Üstü açık satı jipinin içinde, kahvesini yudumlayarak, sahilideki sörfçüleri gözeten cankurtaran figürü, Amerikan tarzı sahil yaşamına ilişkin ilk ipuçlarını veriyor. Pasifikin dalgalarına meydan okuyan maharetli sörfçüleri, ayaklarımız beyaz kumlara gömülmüş olarak izlemekle yetiniyoruz. Ahşap kazıklar üzerine oturtulmuş, yaklaşık 400m uzunluğundaki “pier” yani iskele, ilk olarak 1928 yılında yapılmış olsa da, şiddetli fırtınalardan sonra birkaç kez daha inşa edilmiş. Üzerinde bir öğlen kahvesinin ardından yola düşüyoruz. Tamamen bir yat limanına ayrılmış ünlü Route-1’in üzerindeki Dana Point’e uğradıktan sonra, Las Vegas’a doğru yola çıkacağız. Vegas, İç-Batı'daki kanyonlara doğru yolculuğumuz için bir konaklama noktası olması dışında bir özellik taşımıyor aslında. 

Çöle Giriş
Kalifornia sınırını geçip Nevada’ya girdikten sonra, bitki örtüsü de çölleşmeye başlıyor. Ekspres yolda (bizdeki duble yolun karşılığı) yaklaşık 4 saatlik bir yolculuk sonrası aracımızı yağ değiştirmek için götürdüğümüz kiralama merkezinde, toptan değiştirmeye karar veriyorlar. Depo dolu olmadığından “sadece yağ değiştirecekler” dendiği için fullememiştik haliyle- bir de 3 dolardan alabileceğimiz yakıt, 6 dolar galon fiyatı ile “şarj” ediliyor; bir kazık daha. Bir daha Thrifty’i görmemek dileği ile Vegas şehir merkezine varıyoruz. 

De la kitsch
Amerika’da aracınızı bırakıp elleriniz cepte yürüyeceğiniz az şehirden birisi, Las Vegas. Tek başarısı da, bir pazarlama dehası olarak, çölün ortasında yaratılmış bir cazibe merkezi  olması. Hemen her yanı “kitsch” mimari ile dolu şehirde Bellagio -Cirque du Soleile'e ev sahipliği yapması ile- de biraz diğer yapılardan ayrılmakta. Büyüklükte sınır tanımayan yapılar ve caddeler için geceleri harcanan elektriğin haddi hesabı olmasa gerek. Vegas’da gündüz uyunup gece yaşanıyor. Göz alabildiğine kumar makineleri, ümit peşinde koşanlar, ışık peşinde koşanlar, “ben de oradaydım” peşinde koşanlar hepsi bir aradalar. Bellagio resepsiyonundaki check-in-out kuyruğunun 100 metreyi bulduğunu söylesem abartmış olmam. Ayrıcalıklı hissetmek isteyen insanların her şeyin sıradanlaştığı bu tür turist fabrikalarını seçme nedenlerini hiç anlamamışımdır.  

Hoover Dam
Vegas’ın yapay ışıklarını arkada bırakıp, doğanın gerçek ışıklarına yol alma vakti geldi. Buradan ayrıldığıma üzüldüğümü söyleyemem. Bugün Grand Canyon günü. Ama yolda Hoover Dam’e uğrayacağız. Ansel Adams’ın izlerinden ilki orada.

Hoover Dam 1941 - A.Adams
Buralara kadar gelmişken bir mühendis olarak Amerika’nın yedi mühendislik harikasından birisini görmeden geçmek ayıp olurdu. Nevada Arizona sınırını da belirleyen böyle devasa bir yapıyı 5 yıl gibi kısa sürede tamamlayan ve 1936 yılında hizmete sokan üstatlarımızı saygıyla anmak gerek. Dile kolay 2.5 milyon m3 beton kullanılmış, 20.yüyzılın ilk yarısında. Yılda 500 bin, günde 1500 m3 beton dökmekten bahsediyoruz. Bunu çöl sıcağında ısıyı sürekli kontrol ederek yapacaksınız; dile kolay. Öyle bugünün teknolojisini kullandığı halde nükleer santral temeli çatlatan "müteahhitlere" nazire olsun. 221 metrelik bir gövde yüksekliği var Hoover Dam’in. Karşılaştırmak gerekirse 1974 yılında hizmete soktuğumuz Keban’da bu yükseklik 207 metre ki, onu da Cumhuriyet’in mühendislerinin başarısı olarak not düşmekte fayda var.

Hoover Dam Su tutan yüzü
Colarado nehrini dizginlemek üzere tasarlanmış Hoover Dam, Las Vegas’ın o sonsuz ışıklarının enerji kaynağı. Kızıl nehir anlamına gelen Colorado’yu dizginlemek, doğaya karşı büyük bir meydan okuma. Bir müddet sonra, kontrol edilmezse, Colarado’nun neler yapabileceğine gözlerimizle şahit olacağız. Eğer barajı layıkı ile gezmek isterseniz, 15-30 dolar arasında değişen rehberli turlara katılabilirsiniz. Kapitalizm, barajını bile bedava göstermez size. Bize o kadar detay fazla diyerek bir tepeden kahvaltı ederek izliyoruz dev rezervuarı. Artık Arizona sınırını geçmiş durumdayız. 3.günümüzde üçüncü eyalet; yani Mohave topraklarından Novajo topraklarına geçiyoruz. Beyaz adam öncesi mülkiyet kavramı ile pek tanışmamış kızılderililere “ait” topraklardan bahsetmek ne tanım olarak kadar doğru bilemiyorum; tüm dünyayı kendi özgürlük alanları gören avcı-toplayıcılarla, kendisini, icat ettiği tarımın kölesi haline getirmiş “beyaz adam”ı kıyaslamak ne kadar nesnel olabilir ki?

Grand Canyon
Novajo Point
Colorado Nehri, her nekadar 6 milyon yıl önce oymaya başlamış olsa da Grand Canyon aslında tüm Rocky Dağları formasyonu ve Colarado platosu ile beraber 65 milyon yıl önce yükselmeye başlamış. Aşağısı ortalama 1300 metre derinlikte ve en derin yeri 1800 metreye kadar iniyor. Fotoğraflardan bu haşmetli büyüklüğü idrak etmenin mümkün olmadığı ortada. Uçurumların başına gelip bir vertigoya tutulmadan orada durmaya devam etmek oldukça zor. O derinlik ve baş dönmesi hissini fotoğraflamak için Ansel Adams olmak gerekli. Colorado’nun adına yakışır şekilde bıraktığı kızıl izlerin üzerini, kireçtaşı formasyonlarının beyaz renkleri bir krema sürülmüşcesine  örtüyor, derin vadide. Bu farklı kayaç formasyonları da 540 milyon yıl önce oluşmaya başlamışlar. Son derece sabırlı bir varoluş sürecinin ürünü şu an bakmakta olduğumuz ‘büyük eser’.

Grand Canyon - A.Adams
Colorado havzası yaklaşık 8000 yıldır avcı-toplayıcı topluluklara ev sahipliği yapıyor. Tarım “devrimi” ile ancak 1000 yıl kadar önce tanışmışlar. Tam yerleşik dönem ise Avrupalıların istilası sonrası başlıyor. Güney Amerika’daki kadar olmasa da kuzeydeki büyük yerli kıyımları direnci de büyük ölçüde kırdıktan sonra Avrupalıların kötü alışkanlıklarının yayılması ile tamamen özgürlükleri ellerinden alınmış insan kümeleri bırakmış geride. Bugün bile  küçük yerli yerleşimlerinde en büyük sorun alkol ve "ot" kullanımı. Yarı özerk topluluklarda çok ağır cezalar getirilmiş olsa bile, belki de yerlilerin fizyolojik zaafiyetleri nedeni ile önü alınması kolay olmayan bir sorun. Tabii iyi niyetli olarak böyle bir çalışma gerçekten yapılıyor mu, orası da muamma. 

Mather Point
Kanyona dönersek, en açık seçik olarak ve gerçekten ihtişamı hissederek göreceğiniz seyir noktaları belirlenmiş. Güney yamaçta (South Rim), Batı-Doğu ya da Doğu-Batı yönünde hareket ederek en önemlilerini görebilirsiniz. Biz Mather Point, Yavapai, Moran Point - Navajo Point - Desert Watch istikametinde yol aldık. Bir sonraki konaklama noktamız nedeni ile Grand Canyon’u bir dolunay gününe ayarlamıştık ama ayın doğuşunu izlemeyi düşündüğümüz Hopi Point’de yakalamak mümkün olmadı. Yollardan birisinin kapalı olması yüzünden plan değiştirip vakit kaybedince, kanyonun üzerine doğan bir ay fotoğrafı çekme şansını da kaybettik. 

Bir sonraki gün Antelope’de randevumuz olduğundan, geceyi ünlü Route 66 üzerindeki Flagstaff kasabasında geçirmeye karar vermiştik. Ancak ay fotoğrafı peşinde koşarken, Flagstaff’teki yolüstü moteline akşam saat 9’dan sonra varabildik. Bu saatten sonra tek yiyecek bulabildiğimiz yer de, bir “drive-in” “fast food” olabildi. Yine de bir Route 66 kasabası görüp, kendimizi bir Amerikan yol filmi içinde hissetmek güzel bir deneyim oldu. Route 66, Chicago’dan başlayıp Los Angeles’a kadar uzanan ve tüm ülkeyi kuzeydoğudan güneybatıya çarprazlamasına geçen -Amerikalılara göre tarihi- bir karayolu. Pek çok bölümünde artık ekspres yol alternatifi olsa da, meraklıları halen “tarihi” rotayı takip etmeyi tercih ediyorlar. Eski rota üzerindeki uyduruk yol moteller de yok satıyorlar haliyle. Bir Amerikalı için bunlar -bizim anlayışımızı aşsa da- özel deneyimler olsa gerek. 

Amerikan Yol Hikayeleri
Pek çok Amerikalı’nın hayatlarını yolda geçirdiklerini düşünüyorum. Karavanları, pikapları, karavanlarına bağlı motorları ve bazen “jeepleri” ile motor ve yol kültürüne ait bir hayat bu. Bir tür çağdaş göçebe yaşantısı. Konakladıkları yerlerde geçim araçlarını üretecek kadar kalmasalar da zaman zaman günlük vasıfsız işlerden para kazanabiliyorlar. İlk önce ne çok jip arızalanıyor ve karavanlarca çekiliyor diye düşünmüştüm. Meğerse gittikleri yerlerde kullanmak için yanlarında götürüyorlamış. Daha önce motosiklet taşıyanları çok görmüştüm ama jip taşıyanlar biraz uç nokta oldu. Amerikan politikasının mihenk taşının neden petrol, ekonomisinin de petrol fiyatı endeksli olduğunu yollara düşünce daha iyi kavrayabiliyorsunuz. Bu çapta dev motorlu araçların saldığı karbon miktarı da, aslında emisyon sınırlaması getiren uluslarası sözleşmeleri imzalayacak Amerikan hükümetlerinin neden uzun soluklu olamayacağının kanıtı. Amerika bir şekilde yolda olmak gibi. Kıtayı baştan başa karayolundan geçmek pek çok Amerikalının hayallerini süslüyor; belki de ilk 'öncülerin' hislerini tekrar yaşamak istediklerinden. 

Hayaletin Peşinde
Sırada bir hayalet hikayesi var. Bu korkunç değil ama pahalı olanı. İlk kez Houston’da bir sanat galerisinde rastladım Peter Lik’in o ünlü fotoğrafına. Lik’e hem şöhret hem para getirmişti “Phantom”. Ansel Adams tarafından olmasa da yine bir fotoğrafçı tarafından keşfedilmiş bir yer, Antelope Canyon. Lik’in ünlü fotoğrafı sadece kendisine değil, bölgenin sahipleri Novajo’lara da geçim kapısı olmuş. Bir fotoğrafın bu kadar güçlü bir etki yaratmasına nadir rastlanır. Kaldığımız yol otelleri içinde en pahalısı da, kanyona en yakın kasaba olan Page’deki otel oluyor. 

Upper Antelope
Antelope Kanyon aslında iki parça, Upper ve Lower kanyon kısımları var. Her ikisine de Novajo’lara ayrı ücretler ödeyerek girmeniz gerekiyor. Lik, Phantom’u Upper kanyonda çektiği için orası daha pahalı haliyle :) Eğer güneşin çok dar olan Upper kanyona dikey olarak düştüğü öğlen saatlerindeki ışık oyunlarını görmek istiyorsanız önceden rezervasyon yapmanız ve “bir miktar” daha dolarcığı gözden çıkarmanız gerekiyor. Biz de internetten rezervasyonumuzu önceden (birkaç ay kadar) yaptık kötü bir sürpriz olmasın diye. 

Novajo’lar rezervasyondan birbuçuk saat önce orada olup “check in” yapmamızı, yapmazsak hakkımızın yanacağının baştan şart koşmuşlardı. Grand Canyon sonrası Flagstaff’de kaldığımız için bu da bizim sabah 7’de yola koyulmamız anlamına geliyor. Erkenden, kahve, kornfleks, çırpılmış yumurta, sosisten oluşan tipik bir yolüstü motel kahvaltısı yapıp, tamamen tek kullanımlık tabak çanağı çöpe -dünyaya- attıktan sonra yola çıkıyoruz. ABD’nin sadece bu kahvaltı atıkları nedeni ile dünyaya ne kadar plastik “saçtığını” düşünmek bile insanı ürpertiyor.

Peter Lik’in 6.5 Milyon Dolarlık Hayaleti
Yaklaşık iki saatlik yolumuz var, Page’e. Daha önce bu kuş uçmaz kervan geçmez topraklarda telefon hattı bulamayabileceğimizi okuduğumuz için çevrimdışı haritalarımız da telefonlara yüklü. Hatta bazı uyarılarda gps sinyalini de kaybedebileceğimiz söylenmişti ve bunu abartılı bulmuştuk. Yol üzerinde çeşitli dev çiftliklerde  ilk yerleşimcilerin (batılı işgalcilerin yani)  isimlerine ve bazen de temsili heykellerine rastlıyoruz. Batı medeniyeti dediğimiz şey bir mülkün ilk kullanım hakkını oraya yerleşip ekip biçmeye başlamış olmaya dayandırdığı için, bu durum doğal karşılanıyor burada. Ne de olsa gerçek “yerliler” avcı-toplayıcılığa benzer bir hayat yaşadıkları için mülkün sahibi sayılmıyorlar! Yine de beyaz adam bu hırsızlığı incik boncuk karşılığı “meşrulaştırmış”. İnanmak isteyene malzeme var yani. Öncüler (yani 'pioneers'), Amerika'yı Amerika yapan bir hareket şekli. İlk yerleşimciler, tüm kıtayı at üzerinde Doğu'dan Batı'ya doğru katetmişlerdi. Fernand Braudel 'öncüler'in Amerikan tarzı spekülasyon sistemini icat ettiklerini anlatır, Uygarlıklar Tarihi'nde. Bir kasaba kurup, belli bir emlak değerinde ulaştığında arkadan gelenlere uygun bie 'kar' ile satıp, tekrar yola düşen kişiler 'öncüler.' Sattıkları ise bir gelecek umudu yani, spekülasyon olmuş. 

Yaklaşık bir saat yolumuz kaldığında gps’lerimiz saatimizi ve doğal olarak varış saatimizi aniden bir saat ileri atıyor! Bu “checkin” saatini kaçırmamız ve biletlerimizin de yanması demek. İlk planlamamızda yolculuklardaki saat dilimi farkını gözönüne almış ve ona göre plan yapmıştık oysa. Bu kötü bir sürpriz. Novajo’ları arayıp durumu anlatmak gerekli ama telefonlar da saat dilimi değişikliğinden sonra susuyor; hat yok. Ter basıyor haliyle. Biletin yanması bir yana tüm program aksayacak. Çölün ortasında sıkı küfürler, sırttan boşanan soğuk ter. Temel bir hatayı -kontrol ettiğimiz halde- nasıl yapmış olabilirdik? Tam bir saat boyunca telefon hattı gelmiyor. Kenya’da bile telefondan bu kadar uzak kalmamıştık. Gecikmişliğimizi içimize sindirdiğimiz ve makus talihimize razı olduğumuz anda, Page tabelasını görüyoruz. Tam o anda hem saatler hem de varış saati eyaleti tekrar değiştirdiğimizden yine değişiyor. Derin bir nefes. Yine de Google’nın yol bildirimlerinin varacağımız noktanın saatine göre çalışmamış olması çok acayip. Google’da bir “böcek” yakaladık anlaşılan :) 

Büyük Mimar:Doğa, Lower Antelope
Novajo’ların Upper Antelope turlarını organize ettikleri kamplarına vaktinden önce varıyoruz. Kampın her yerinde alkol ve uyuşturucu kullanımına ilişkin uyarılar var. Genetik zaafiyetlerinden dolayı çok acı çekmişler bu “medeniyet” ürünleri nedeniyle belli ki. İnka’ları düşünürseniz yine de şanslı sayılırlar ama; onlar nüfuslarının %90’ını İspanyolların taşıdıkları çiçek virüsü nedeniyle kaybetmişlerdi. Yerliler medeniyet ile anlamını çok sonra öğrenecekleri dikenli teller vasıtası ile tanışmışlardı. Şimdi “medeniyet” o dikenli tellerin önüne diktiği “öncülerin” heykelleri ile selamlıyor bizi. 

Upper Antelope
Novajolar rezervasyon saatine göre bizleri bekleme alanına alıyorlar önce. Kanyonun girişine kadar gitme izni olan arkaları açık kamyonetler yanaşıyor sonra. İsim yoklaması ile her kamyonetin sürücüsü ve sonra tur rehberi olacak kişi ile tanıtılıp yola düşülüyor. Yanımıza sadece kamera ve su alma izni var. Kamera çantası, hatta sırt çantası dahil hiçbir çantaya izin verilmiyor. Tozdan korunmak için bir eşarp da faydalı olur yolda. Kızıl gevşek toprakta öndeki araçların tozunu yutarak ilerliyoruz 10 dakika kadar. Kanyon girişinde belli bir düzen dahilinde her grup bir bekleme süresinden sonra içeri alınıyor. Her grup yaklaşık 10 kişi. Fasılalı giriş olsa da içeride bir müddet sonra gruplar çakışmaya başlıyor, bazı yerlerde 1 metreye kadar daralan kanyonda. Bu şartlar altında öyle huzurlu geniş geniş fotoğraf çekme imkanı pek yok. Hem Upper hem de Lower Antelope sellerin şekillendirmesi ile oluşmuş olsalar da özellikle üst kısımlarında rüzgar erozyonu halen devam etmekte. Lower Antelope daha sığ olduğu için daha çok ışık alıyor ve kanyonun büyüleyici renkleri çok daha belirgin. Buna karşın Upper’da gökyüzünü görmek pek mümkün değil. Bu da güneşin tepede olduğu saatlerde ışık hüzmeleri oluşumuna meydan veriyor. Bazı tur rehberleri yanlarında getirdikleri küreklerle, yerden kaldırdıkları tozu yukarı atarak Peter Lik’in hayaletinin peşinde koşan fotoğrafçılara yardımcı oluyorlar. Page’e tam gün ayırmanız hem iki Antelope hem de Horseshoe Bend’i görmeniz için yeterli. 

Antelopeler halen ani sel riski ile karşı karşıyalar. 1997 ve 2010’da ani bastıran yağmurlarda içeride mahsur kalan turistler hayatlarını kaybetmişler. Böyle zamanlarda kanyonlar kapatılsa da dikkatli olmakta fayda var. 

Güneybatı’da Ansel Adams’ın izi olmayan nadir doğal güzelliklerden birisinden ayrılıyoruz.

At Nalı Kanyonu

Antelope’lerin büyüleyici renklerini geride bırakıp Page’de kalacağımız yolüstü moteline varıyoruz. Tüm seyahatin en pahalı gecelemesi bu motelde. Tek gece fiyatına Vegas’ta lüks bir otelde iki gece kalabilirsiniz. Vahşi doğa güzelliklerini görmenin ceremesi bu olsa gerek. 

Horseshoe Bend’de Günbatımı
Page’de gününüzü verimli kullanmak istiyorsanız öğlen üzeri Upper, öğleden sonra ilk saatlerde Lower Antelope ve günbatımında da Horseshoe Bend’i görmenizi tavsiye ederim. Page’e 15 dakika mesafedeki Horseshoe Bend’e aracınızı park ettikten sonra yaklaşık yarım saatlik hafif bir trekking ile ulaşacaksınız. Park yerinin de dolu olma ihtimalini gözönüne alarak, zamanınızı iyi ayarlamalısınız. Colorado nehrinin şekillendirdiği en dikkat çekici yerlerden birisindeyiz. Acemi bir garsonca kesilip şekil yapılmaya çalışılmış bir doğum günü pastası kadar çekici. Colorado burada tam 180 derecelik bir menderes yaparak geri dönüyor. Gözlem noktası ile nehir arasında 300 metrelik bir kot farkı var. Mimarı olan Doğanın yarattığı bu devasa anıtta herşeyi tek kareye sığdırmanız için yanınızda geniş açı bir lens getirmenizde fayda var. İnanılmaz ama dağ başındaki bu  noktada günbatımında ancak itiş kakış içinde fotoğraf çekebiliyorsunuz. Sosyal medya artık turizm alışkanlıklarını da değiştiriyor, en ilgi çeken yerler en iyi fotoğrafların çekildiği yerler olmaya başlıyor. 

At Nalı’ndaki fotoğraf mücadelemizden sonra akşam Page’de orta halli bir “steak” yiyoruz. Lokantadaki komi de Türk bir öğrenci çıkıyor. Öğrenci değişim programı ile buraya kadar gelmiş, takdire şayan. 

Kovboylar Ülkesinin Derinliklerine

Elephant Butte
Page’de sakin bir gecenin ardından plastik kahvaltımızı yapıp tekrar yola düşüyoruz. Yaklaşık iki saat sürecek bu yolculuk bizi yine Amerikan “öncüleri”nin “arazileri” arasından Vahşi Batı kültürünün merkezlerinden Monument Valley’e götürecek. Monument Valley yani ‘Anıtlar Vadisi’ hani Red Kit’in batan günün ufkuna doğru yalnız olarak Düldül’ün sırtında yeni maceralara yollanırken gördüğünüz manzaraların kaynağı olan bölge. Orası da aslen Novajo yerleşimi. Büyük mimar “Doğa” bir kez daha insanlara ben yaparsam böyle yaparım dermiş gibi mesaj veriyor. 570 milyon yıl önce tüm Colarado havzası bugün Meksika Körfezi olarak adlandırılan denizin altındayken, suların çekilmeye başlaması Ve Rocky dağlarından sürüklenen mineraller ile  tortul kayaç oluşumları başlıyor ve bugünkü kireçtaşı formasyonları haline geliyor. İşi 65 milyon yıl önce (yani İzlandanın oluşmaya başladı zamanlarda) bölgenin volkanizması devralıyor ve Colorado Platosu ile Rocky Dağları yükselmeye başlıyor aynı Grand Canyon’da anlattığımız gibi. İnsan gözüyle fark edilmese de halen özellike rüzgar erozyonu devam etmekte. Bölgenin kızıl rengi kireçtaşı formasyonlara hakim olan mangan oksitten geliyormuş. 

John Wayne’nin Seyir Noktası
Verilen “Anıtlar Vadisi” adının, gerçekten Arizona-Utah sınırındaki bu bölgeye çok yakıştığını itiraf etmek gerek. Uygun bir araç ile vadinin derinliklerinde ciddi miktarda toz yutmayı göze alarak, bir off-road macerasına da çıkabilirsiniz. Yolda pikapların arkasında yolculuk eden Novajo çocuklarına rastlıyoruz. Ataları gibi atlarının üzerinde doyasıya eğlenmeseler de, en az onlar kadar kızıl tozu yutarken hayatlarının en tatlı anının keyfini sürüyorlar. Geçen zaman kültürleri eğip bükse de, çocukların o hayat sevinçlerine gem vuramıyor. 


Monument Valeey 1958 - A.Adams
Kayaç formasyonlarının en yükseği yaklaşık 300 metreyi buluyor. Sanki Hollwood’a doğal bir film platosu olarak sunmuş gibi. Hollywood da bu hediyeyi Amerikan gücünü Dünyanın geri kalan kısmının kafasına kazımak için bir güzel kullanmış. Özellikle John Ford’un filmlerinde vahşi yerlileri kahraman kovboyların nasıl dize getirdiğini gösterirken, aslında Dünyanın geri kalanınına da “gerekirse sizi de böyle terbiye ederiz” mesajını bilinçaltlarına kazıyacak şekilde vermiş. Bugün Dünyada bir Amerikan hegemonyası varsa, bunu önce kovboy sonra Tarzan filmlerine borçlu olduğumuzu iddia etsek çok da hata yapmış olmayız. Ziyaretçi merkezini de John Wayne’in en sevdiği noktaya kurmuşlar. Siz de orada oturup vadiyi onun gözünden bir süre daha izleyebilirsiniz. Sonrasına büyük mimar karar verecek. 

Monument Valley’den gün batımını beklemeden çıkmamız gerekiyor. Artık Kaliforniya’ya geri dönüp Sequoia ve Yosemite milli parklarına yollanmamız gerekiyor. Bu nedenle yine Page üzerinden dönüp yolu yarılamak üzere kalacağımız St.Georga’a dört saat araç kullandıktan sonra akşamın geç saatlerinde varıyoruz.

Devler Ormanı 

Dev sekoyaları görmek için St.Georga’dan biraz dinlenerek çıkıp, akşam saatlerinde bu sefer de Bakersfield’e varıyoruz. Bütün günümüz yolda geçti ama hala hedeften iki saat uzaktayız. En azından tekrar Kaliforniya’ya geçtik. Amerika deyince hemen herşeyi büyük ölçeklerde düşünmek gerekli. Tüm gün yol yapıp ancak konaklama noktasına varabiliyorsunuz örneğin. St.Georga’a çok yakın olduğundan sabah kalktığımızda Zion Milli Parkına da uğrasak mı diye düşünmüştük ama neredeyse imkansız olduğunu akşam Bakersfield’e ancak geç saatlerde varınca anladık. İmdadımıza yine bir İtalyan restoranı yetişti, yol yorgunluğuna güzel bir şarap iyi geldi. Yurtdışında denk geldiğimiz hemen tüm İtalyan restoranlarında su bile İtalyan markası satılıyor. Kökenlerine her şekilde sahip çıkıyorlar. 

Genç Sekoyalar
Birgün öncenin yol yorgunluğunu atıp sabahın erken saatlerinde tekrar yola düşüyoruz. Ünlü Kaliforniya bağlarının arasından geçen iki saatlik bir yolculuk bizi Sequoia Milli Parkı’na ulaştırıyor.  Grand Canyon’da aldığımız biletleri burada fark ödeyerek yıllık olarak değiştiriyoruz; Yosemite’ye de gideceğimiz için böylesi daha hesaplı olacak. 

Yosemite öncesi en heyecan verici milli park burası. Amerika’nın en eski ikinci milli parkı; 1890’da ilan edilmiş. Dünyanın en büyük ve en yaşlı ağaçlarını burada göreceğiz. Sadece Sierra Nevada dağ silsilesini batı yamacında ve 1700 - 2500 metre rakımlarda yetişiyor sekoyalar. Ziyaretçi merkezine yaklaşırken bizi önce 1000 yaşlarında “genç” sekoyalar karşılıyor. Doğa yine insanoğlu ile dalgasını geçmeye başladı.  Yol üzerindeki ağaçları kesmek yerine sık sık ağaç adaları oluşturulup etrafından dolanılmış. Bu Amerikalılar hiç müteahhitlikten anlamıyorlar!  İleride neler göreceğimizin tam farkında olmaksızın heyecanla 50-60 metrelik bu genç sekoyalar ile fotoğraflar çektiriyoruz. Ziyaretçi merkezinde genel bilgiler aldıktan sonra ünlü General Sherman’a yollanıyoruz; yani dünyanın en büyük ağacına. 

General Sherman
Bilinen en yaşlı sekoya 3200 yaşlarında. 2000 yaşında bir sekoyanın boyu 70-80 metreleri buluyor. General Sherman henüz 2200 yaşında olmasına rağmen hacmen dünyanın bilinen en büyük ağacı; tam 1487 m3 yani kabaca 30-40 kadar tır hacminde. Ağırlığı ise tahminen 1256 ton. Taban çevresi 33 metre ki, bu yaklaşık 11 metrelik bir çapa denk geliyor. Sekoyalarda yaş önemli olmakla beraber, büyüklük için tek kriter değil. General Sherman, en yaşlı sekoyadan 1000 yaş genç olsa bulunduğu konumun sağladığı avantajlarla bu büyüklüğe erişmiş. Yine de 95 metre olarak ölçülen en yüksek sekoyadan kısa, zira uç kısmı öldüğünden tüm çabasını gövdesini büyütmeye adamış gibi. Zaten bu en büyük ağaçlara bölgenin korumasını üstlenen süvariler Amerikan iç savaşının en büyük generalleri Sherman ve Grant’in adlarını koymuşlar;  adları birkaç bin yıl daha yaşasın diye. Giant Forest (Dev Orman) adı ise öncü doğa korumacılarından John Muir tarafından verilmiş. John Muir halen Amerikalı doğaseverlerce bir ilah gibi anılıyor; milli parklarının kurucusu olarak. İnsan sekoyalarla kıyaslanmayacak kadar kısa yaşamında anılacaksa böyle anılmalı diyorsunuz içinizden.

General Sherman - A.Adams

Dev Ormanda gezerken insan kendini kambiryen patlama sonrası oluşan dev ağaçlar ve eğrelti otları arasında hissedebilir. Emdikleri karbon miktarı nedeni ile ekosistemin en önemli parçalarından birisi bu devler. Işığa en erken ulaşma mücadelesini kazanan diğerlerini her şekilde geride bırakıyor. Burada dinozor değilse de oldukça sık ayı uyarısına denk geliyoruz. Ormanın içlerine giren enfes patikalara çok yalnız girmemekte fayda var. Yerler kozalak, kurumuş dal ve yapraklarla kalın bir örtüyle kaplanmış durumda. Bu kalın örtü her yıl Milli Parklar yetkililerince kontrollü olarak yakılarak, kozalaklardan yeni fidanların doğal olarak fışkırması sağlanıyormuş. Yangınlar yeri geldiğinde doğanın ve özelde sekoyaların devamlılığına aracı olabiliyor.  Avustralya’nın, iki yüzün üzerinde yangınla boğuştuğu şu günlerde bu yorum aykırı gelebilir ama olaya hiç de sabırsız olmayan doğa açısından bakmalı. 

Sekoya keyfini milli park içinde kendinizi Alplerde hissettirecek Wuksachi lodge’da bira içerek tamamlıyoruz. Her nekadar bu tür konaklama yerlerinde kalmak için -vergi kısmı konaklamanın iki katı olduğundan- çok yüksek meblağları göze almak gerekirse de bira keyfi yapmanın önünde çok engel yok. 

Kısa molanın ardından geceyi geçireceğimiz Yosemite yakınlarındaki Oakhurst’e yollanıyoruz. Google en kısa yol olarak kuzeyde bir çıkış gösteriyor. Bir saate yakın gittikten sonra bir dağ patikasına sokuyor bizi. Belki bir çıkış olsa da bu yoldan traktörünüz olmadan gidilebilecek gibi değil. Yeniden geri dönüp anayolları takip ederek akşam üzeri Oakhurst’e varıyoruz.

Yosemite Vadisi

El Capitan ve Half Dome
Son milli park durağımız Ansel Adams’ın ve doğaseverlerin “tapınağı” Yosemite olacak. Oakhurst Yosemite’nin güney girişine yarım saat mesafede bir kasaba. Burada hayat tamamen Yosemite ziyaretçileri için organize edilmiş. Yosemite içinde de yine vergiler nedeni ile -eğer kamp yapmıyorsanız- fiyatlar uçuk olduğundan parkın ziyaretçileri yakınlardaki bu kasabayı tercih ediyorlar. 





Half Dome 1938 - A.Adams
Sekoya Milli Parkında  yıllık olarak değiştirdiğimiz milli park biletleri sayesinde burada kara geçiyoruz. Yosemite’nin güneydeki Mariposa Grove girişinden girip Merced nehri boyunca vadi rotasını yaparak batıda El Portal yönünden çıkacağız plana göre. Ansel Adams’ın daha 14 yaşındayken 1916 yılında ziyaret etmesinin ardından ulaşım imkanları ve ziyaretçi yığınları dışında görülür bir değişiklik olmamış gözüküyor. Günlerden Çarşamba olmasına karşın  daha ilk seyir noktası olan Wawona Tünelinden itibaren yoğunluk başlıyor ki, sabah daha 8 suları.Tünelin hemen çıkışından itibaren Yosemite’nin heybetli monoblok granit yapıları El Capitan, Half Dome, Cathedral Rocks ve Sentinal Rocks’ı bir arada seyretme imkanı buluyoruz. 

Buzulların önce istila edip oyduğu, terkederken de cilalayarak bıraktığı bu monoblok granit kütleler vadinin üzerini adeta bir doğa tapınağının kubbesi gibi örtüyorlar. Pek çok yerde insanın üstüne yıkılacaklar hissi verdiklerinden adrenalini hep yüksek tutuyorlar.

Manitunun Çayırları
Wawona tünelinden çıkıp, kıvrılarak giden yolda vadinin sergilediği güzellikleri seyrederek Bridalveil Şelalesine varıyoruz. Park yerinden yaklaşık bir km kadar ıslak zeminde bir yürüyüş ile ulaşılıyor şelaleye. Yaklaşık 200 metreden dökülen serin sular adının hakkını vererek bir ‘gelin duvağı’ kadar nazlı hareket ettiğinden öyle uzun pozlamaya falan gerek bırakmıyor, kendisi zaten rüzgarda salınan bir tül gibi. Sonbaharda en azından böyle. Bahar aylarında ise gücünü daha çok hissettireceği muhakkak. 

Şelaleden çıkıp düzlüklere doğru iniyoruz. Merced nehrinin kıyısındaki Manitunun yeşil çayırlarından El Capitan ve Half Dome’u seyretmemize su içmeye gelen karacalar eşlik ediyor. Yoldan uzaklaştığımız için huzur bulduğumuz anlardan birisi. Half Dome’un nehre vuran yansımasında Ansel Adams beliriyor. 

Merced Nehri Yansımaları
Sierra Nevada silsilesinin batı yamacında Merced nehri tarafından şekillendirilen vadi, sergilediği doğal güzellikleri ile ziyaretçi akınına uğruyor. Bu akın hafta içinde de devam ettiğinden aracınızı park edip trekking yapmazsanız öyle huzur bulmayı beklemeyin. Zaten aracınızı park edebileceğiniz bir nokta bulmanız bile bir noktadan sonra mucize haline geliyor. Eğer başarabilirseniz, araçtan kurtulduktan sonra vadi içinde ring yapan otobüslerle önceden belirlediğiniz noktalara ulaşabilirsiniz. Bu arada yoğun kara ayı popülasyonundan da haberdar olmanızda fayda var. Hemen her noktada ayılara karşı nasıl davranmanız gerektiği yazılı olsa da öyle bir karşılaşmada ne kadar soğuk kanlı kalabileceğinizi önceden kestirmeniz zor. Biz kendileri ile bu seferlik müşerref olamıyoruz. 

Mirror Lake 1935 - A.Adams
Otobüse atlayıp Mirror Lake durağına uzanıyoruz. Hemen her noktada kısa yürüyüşler yapılması gerektiği için zaman giderek daralıyor. Mirror Lake’e ulaşmak için de yaklaşık 3 km’lik bir yürüyüş yapmak gerekiyor. Kalabalık başlayan yürüyüş giderek seyrekleşiyor. Dere yatağını takip ederek ağaçların serinliği arasından bir su birikintisine ulaşıyoruz. Sonbahar nedeni ile sular hayli çekilmiş. Yine de Half Dome’a yakından bakabilmek için buraya kadar gelmemiz iyi oldu. Birgün dönersek Half Dome’a nasıl çıkarız anlamış olduk. Zaten Half Dome’a öyle ben geldim çıkıyorum diyerek çıkmanız mümkün değil. Önce online bir lotaryaya katılıyor, kazanırsanız “çıkış izni”ni alıyorsunuz. Başlangıç noktasında da o izni göstermeniz gerekiyor. Yaklaşık 45 derecelik granit bloka tırmanmak için yanınızda eldiven getirmeniz yolu belirleyen çelik halata tutunarak çıkmanız için iyi olur.

Mirror lake dönüşü Tenaya Deresinin diğer yönünü tercih ediyoruz. Bir otobüsten inen insanlar olmadığından ortam daha tenha ve ürpertici. Yosemite’nin gerçek sahiplerine bu sefer yakalanmadan turu tamamlıyoruz. Yosemite’ye hakkını vermek için en az bir hafta ayırmak gerekli. Birgün geri dönmeyi umuyoruz.

Okyanus ile Tekrar Buluşma

Güneybatı Amerika seyahatinin sonuna geldik artık. Bu yolculuğu en rahat şekilde tamamlamak için son günümüzü okyanus kıyısından Los Angeles’a Route-1’i kullanarak dönecek şekilde planlamıştık. Bu nedenle Yosemite Batı çıkışından çıkıp geceyi geçireceğimiz Monterey’e doğru yollanıyoruz. 

Bu seyahatte Ansel Adams’ın doğum yeri San Fransisco’ya uğrama şansımız olmadı ama yaklaşık son 20 yılını geçirdiği Monterey yarımadasında bir gece kalacağız. 

Monterey San Fransisco’nun güneyinde bir okyanus kasabası. Daha kolonyel mimari özellikler gösteriyor. Kaldığımız küçük otelde tamamen Viktorya tarzı döşenmiş. Ortak mekanlar antika eşyalar ile süslenmiş. İnsanı saran bir sıcaklığı var Pacific Grove Inn’in. Bu güzelliği bozmamak için klima kullanmamışlar ama zaten biz de yaz sonu oradayız.

Carmel'de Günbatımı
Günbatımını Ansel Adams’a bir saygı gösterisi olarak son yıllarını geçirdiği Carmel-by-the-Sea’de karşılayacağız. Carmel’e Monterey’den giderken manzaralı bir rota olan 17 Mile Road’a giremiyoruz, zira navigasyonu ücretsiz yollara ayarlamışız. 17 Mile road ücretli imiş. Son bir navigasyon hatası. Yine de tam günbatımı vaktinde Carmel’deyiz. 

Carmel-by-the-Sea’de günbatımı bir tür ritüel. Sahilde büyük bir kalabalık toplanmış ufukta kaybolan günü kendilerince kutsuyorlar; bazıları şampanya, bazıları bira, bazıları fotoğraf ve bazıları da yoga yaparak. Dünyanın geri kalanı ile tüm ilişkileri kopmuş o anda. Ne Afganistan, ne Irak, ne Trump... Deniz, kum ve yaşam döngüsünün sembolü güneş ile aralarında hiç birşey kalmıyor. 

Seyahatin son akşam yemeğinde, şans eseri aslında rezervasyonsuz gitmenin mümkün olmadığı belli “tarz” bir restoran buluyoruz. Şimdiye kadar 4000 km’ye yakın yol yaptık ve biraz keyfi hakettik doğrusu. Yanımızdaki masadaki Türkler bizim Türk olduğumuzu anlayınca aralarında aksanları ile İngilizce konuşmaya başlıyorlar. Kadın arada “yani”ler falan sıkıştırıyor ama olsun, çok komikler. Onlar İngilizce konuşurken restoran sahibi de Türkiye'den geldiğimizi öğrenince baklava ikram ediyor tüm centilmenliği ile. 

Route-1 ve Big Sur Üzerinden Veda Vakti

Puslu Okyanus - Big Sur
Monterey’de güzel bir uyku ardından deniz kıyısı yürüyüşünden sonra Los Angeles yollarına düşmek üzere hazırız. Kaliforniya Route-1 olarak adlandırılan yol, güneyde Dana Point’ten başlayıp kuzeyde San Fransisco’yu geçip Legett’e kadar uzanıyor. Dana Point’i ilk gün görmüştük. Şimdi de 1930’larda inşa edilmiş bu okyanus boyu uzanan manzara rotasının Monterey -LA arasını yapacağız. Fakir Amerikalılar maalesef yolu duble yapamadıklarından yolculuğumuz biraz uzun sürecek. 


Monterey Coast 1951 - A.Adams

Yolun Ansel Adams’ın da etkilendiği bölümü, Big Sur olarak adlandırılan ve Carmel Highlands ile San Simeon arasında uzanan kesimi. Okyanusun şekillendirdiği bu kıyılarda dalgaların etkisi ile oluşan sürekli bir pus hakim. Pus nedeni ile tüm kıyı boyu sürekli mistik bir havaya bürünmekle beraber günbatımlarında da enfes manzaralar sergiliyor.  Keyif rotası “1” de sık sık oluşturulan cepler ile park edip tüm bu kıyıları izlemek mümkün. Vaktiniz olursa iç kesimlerde şelaleler de varmış. 1930’lar mühendisliğinin tüm hüner ve zerafetinin sergilendiği köprüler de manzarayı tamamlıyor. Günümüzün sadece "işlevsel" köprülerine kinayeli şekilde göz kırpıyorlar. Zerafet ile işlevsel modernizmin getirdiği vasatlık arasındaki o ince çizgiyi yol boyu yaşıyoruz. 







Route 66 Bitiş Tabelasında Kuyruk
San Clemente’nin büyükçe bir örneği olan Santa Barbara’da mola verip dev beton iskele üzerine yerleşmiş pelikanları seyrederek birşeyler atıştırıyoruz. Sonra Route-1’e elvada diyerek son geceyi geçirmek üzere 12 şeride kadar çıkan obsesif Kaliforniya otoyollarına giriyoruz. 

Son gün kiralık aracı teslim öncesi Route-1 ile Route 66’ın kesiştiği Santa Monica sahiline uğruyoruz. Aynen Route-66  gibi, bizim yolculuğumuz da burada sona eriyor. Bitiş noktasını gösteren tabelanın altında fotoğraf çektirme kuyruğuna girenleri izliyoruz sadece. 


Ocak 2020

Ender Şenkaya