ABD özellikle son dönemde , bize güzel çağrışımlar yaptıran bir ülke değil. Hatta bir topluluk içinde adı geçse, anında şeytanlaştırdığımız bir yer. Böyle bir zamanda bir Amerikan güzellemesi yapmak niyetinde değiliz. Sadece, hasbelkader Amerika’da yeralan Dünyamıza ait çok özel bir kaç jeolojik nokta üzerine izlenimlerimizi paylaşmak istedik. Hayatını Kuzey Amerika kıtasının güzelliklerine adamış, bunların korunması ve gelecek nesillere aktarımı için fotoğraf sanatının gücünü kullanmış bir insan, Ansel Adams’ı da bu seyahatte manen yanımıza alacağız.
20.yüzyılın başında doğmuş ve neredeyse tüm bir yüzyıla şahitlik etmiş, hayran olduğu doğa ve fotoğraf sevgisi nedeni ile ailesinin çok istediği piyano eğitimini yarıda bırakıp, kendisini Kuzey Amerika’nın ve özelde güneybatısının doğasına emanet etmiş bir kişi, Ansel Adams. Bu yazıdaki amaç, haddimiz olmayarak O’nun fotoğrafları ile kendimizinkileri kıyaslamak değil. Tamamen kıtaya yabancı bir gözle bakarken, oraların bir sevdalısını ne kadar anlayabileceğiz, onu deneyimlemek. Yazımızda yeralan Peter Lik’inki dışında tüm siyah beyaz fotoğraflar Ansel Adams’a ait olduğunu baştan belirtelim.
Araç Kiralama Üzerine Notlar
Ansel Adams’ın Amerikasını görmek için dört eyalet geçmek gerekecek. 13 saatlik tıkış tıkış felaket bir THY uçuşu ile Los Angeles’a varıyoruz. Yolcular neredeyse üst üste istiflendiğinden hemen hemen hiç uyumamışız. Bu durumda iken bir de araç kiralayarak ilk zor geceyi atlatmamız gerekiyor. Yine felaket bir seçim yaparak Thrifty’den rezerve ettiğimiz araca, teslim alırken mecburen birkaç sigorta yaptırdığımızda aracın sınıfını düşürdüğümüz halde, fiyat iki katını buluyor. Bankodaki görevli, rezervasyondaki fiyatın üç katını vermemiz için, elinden gelen tüm korkutma taktiklerini kullanıp, başımıza gelecek binbir kötü olasılığı sıralasa da, bir yerde dur demesini biliyoruz. Uykusuz bir yolculuk ardından bir de soygun düzeninin içindeyiz. Amerika’da araçlar değil, kişiler sigortalı olduğundan kiralama ücretlerine nadiren sigortalar dahil ediliyor. Araçta hasar olursa, maddi hasar bir yana, kiralayan şirkete aracın çalıştırılmadığı günlerin bedelini de tazmin etmenizi isteyecekler. Hata sizde ise, bir de karşı tarafın, hem doğrudan hem de dolaylı kayıplarını da tazmin etmeniz gerekecek. Özellikle Kaliforniya gibi kaotik bir trafiği olan bir bölgede aslında ciddi risk altına giriyorsunuz. Bizim sigorta şirketleri, yurtdışı araç kiralamalar için bir sigorta satsalar, güzel bir açılım yapmış olurlar aslında.
Pasifik Kıyısında
Perişan halde havaalanından çıkıp tam pik saatte Los Angeles trafiğine giriyoruz. Geçmişte ABD’de çok araç kullanmış olsam da, LA canavarlığını ilk kez deneyimliyorum. Bir Türk olarak ABD’de araba kullanırken zorlanacağım aklıma gelmezdi. İyi ki programımızda büyük şehirlere -mecburi Vegas konaklaması dışında- pek yer vermemişiz. İlk gece LA’den bir saat uzaktaki San Clemente’de kalacağız. San Clemente’nin ünlü ahşap iskelesini gün batımında görmek arzusundaydık ama, araç kiralama şirketinde o kadar vakit kaybettik ki, bize ilk geceye patladı. Araç kiralama ile ilgili son yaşayacağımız rezillik de bu olmayacaktı. San Clemente’de otelden çıkıp biraz yürüyerek şehir havası almak istesek de, evsizlerden başka sokakta pek kimseye rastlamadık. Turistik bir kasaba olsa da, akşamın bir saatinden sonra garip bir tedirginliği var. Polis karakolunun karşısındanki marketten alışveriş yaptık. Burası da arabasız gezilmemek üzere tasarlanmış tipik Amerikan kasabalarından. Yorgunluk ve daha çok tedirginlik nedeni ile atıştırmalıklarımızla otele dönüyoruz. Otelin avlusunda aldıklarımızı yiyip, uyumaya çekiliyoruz. Tabii ilk gün kolay değil.
![]() |
Amerikan Tarzı Cankurtaran |
Sabah, tamamı tek kullanımlık tabak vs ile self-servis kahvaltımızı yapıp, büyük miktarda çöp ürettikten sonra, aracımıza bindiğimizde bir kötü sürpriz ile daha karşılaşıyoruz; aracın yağ değişimi gelmiş! Dokuz gün bizimle olmasını beklediğimiz araç, ilk gün sorun çıkartıyor. San Clemente’de, aslında San Diego’ya da uğrarız umuduyla, yolun yarılamış olmak için konaklamıştık. Hesapta bu yağ sorunu ve zaman kaybı yoktu. Thrifty’den yenilen kazıklar devam ediyordu. Biz de San Diego’yu pas geçip, doğrudan Las Vegas’a yollanmaya karar veriyoruz. Yağ sorununu orada halledeceğiz. Bu bize San Clemente’de 2 saat ilave zaman kazandırıyor.
San Clemente Pier civarında kumsal yürüyüşü ve Pasifik ile ilk buluşma gerilen sinirleri bir miktar yumuşatıyor. Üstü açık satı jipinin içinde, kahvesini yudumlayarak, sahilideki sörfçüleri gözeten cankurtaran figürü, Amerikan tarzı sahil yaşamına ilişkin ilk ipuçlarını veriyor. Pasifikin dalgalarına meydan okuyan maharetli sörfçüleri, ayaklarımız beyaz kumlara gömülmüş olarak izlemekle yetiniyoruz. Ahşap kazıklar üzerine oturtulmuş, yaklaşık 400m uzunluğundaki “pier” yani iskele, ilk olarak 1928 yılında yapılmış olsa da, şiddetli fırtınalardan sonra birkaç kez daha inşa edilmiş. Üzerinde bir öğlen kahvesinin ardından yola düşüyoruz. Tamamen bir yat limanına ayrılmış ünlü Route-1’in üzerindeki Dana Point’e uğradıktan sonra, Las Vegas’a doğru yola çıkacağız. Vegas, İç-Batı'daki kanyonlara doğru yolculuğumuz için bir konaklama noktası olması dışında bir özellik taşımıyor aslında.
Çöle Giriş
Kalifornia sınırını geçip Nevada’ya girdikten sonra, bitki örtüsü de çölleşmeye başlıyor. Ekspres yolda (bizdeki duble yolun karşılığı) yaklaşık 4 saatlik bir yolculuk sonrası aracımızı yağ değiştirmek için götürdüğümüz kiralama merkezinde, toptan değiştirmeye karar veriyorlar. Depo dolu olmadığından “sadece yağ değiştirecekler” dendiği için fullememiştik haliyle- bir de 3 dolardan alabileceğimiz yakıt, 6 dolar galon fiyatı ile “şarj” ediliyor; bir kazık daha. Bir daha Thrifty’i görmemek dileği ile Vegas şehir merkezine varıyoruz.
![]() |
De la kitsch |
Hoover Dam
Vegas’ın yapay ışıklarını arkada bırakıp, doğanın gerçek ışıklarına yol alma vakti geldi. Buradan ayrıldığıma üzüldüğümü söyleyemem. Bugün Grand Canyon günü. Ama yolda Hoover Dam’e uğrayacağız. Ansel Adams’ın izlerinden ilki orada.
![]() |
Hoover Dam 1941 - A.Adams |
![]() |
Hoover Dam Su tutan yüzü |
Grand Canyon
![]() |
Novajo Point |
![]() |
Grand Canyon - A.Adams |
![]() |
Mather Point |
Bir sonraki gün Antelope’de randevumuz olduğundan, geceyi ünlü Route 66 üzerindeki Flagstaff kasabasında geçirmeye karar vermiştik. Ancak ay fotoğrafı peşinde koşarken, Flagstaff’teki yolüstü moteline akşam saat 9’dan sonra varabildik. Bu saatten sonra tek yiyecek bulabildiğimiz yer de, bir “drive-in” “fast food” olabildi. Yine de bir Route 66 kasabası görüp, kendimizi bir Amerikan yol filmi içinde hissetmek güzel bir deneyim oldu. Route 66, Chicago’dan başlayıp Los Angeles’a kadar uzanan ve tüm ülkeyi kuzeydoğudan güneybatıya çarprazlamasına geçen -Amerikalılara göre tarihi- bir karayolu. Pek çok bölümünde artık ekspres yol alternatifi olsa da, meraklıları halen “tarihi” rotayı takip etmeyi tercih ediyorlar. Eski rota üzerindeki uyduruk yol moteller de yok satıyorlar haliyle. Bir Amerikalı için bunlar -bizim anlayışımızı aşsa da- özel deneyimler olsa gerek.
Amerikan Yol Hikayeleri
Pek çok Amerikalı’nın hayatlarını yolda geçirdiklerini düşünüyorum. Karavanları, pikapları, karavanlarına bağlı motorları ve bazen “jeepleri” ile motor ve yol kültürüne ait bir hayat bu. Bir tür çağdaş göçebe yaşantısı. Konakladıkları yerlerde geçim araçlarını üretecek kadar kalmasalar da zaman zaman günlük vasıfsız işlerden para kazanabiliyorlar. İlk önce ne çok jip arızalanıyor ve karavanlarca çekiliyor diye düşünmüştüm. Meğerse gittikleri yerlerde kullanmak için yanlarında götürüyorlamış. Daha önce motosiklet taşıyanları çok görmüştüm ama jip taşıyanlar biraz uç nokta oldu. Amerikan politikasının mihenk taşının neden petrol, ekonomisinin de petrol fiyatı endeksli olduğunu yollara düşünce daha iyi kavrayabiliyorsunuz. Bu çapta dev motorlu araçların saldığı karbon miktarı da, aslında emisyon sınırlaması getiren uluslarası sözleşmeleri imzalayacak Amerikan hükümetlerinin neden uzun soluklu olamayacağının kanıtı. Amerika bir şekilde yolda olmak gibi. Kıtayı baştan başa karayolundan geçmek pek çok Amerikalının hayallerini süslüyor; belki de ilk 'öncülerin' hislerini tekrar yaşamak istediklerinden.
Hayaletin Peşinde
Sırada bir hayalet hikayesi var. Bu korkunç değil ama pahalı olanı. İlk kez Houston’da bir sanat galerisinde rastladım Peter Lik’in o ünlü fotoğrafına. Lik’e hem şöhret hem para getirmişti “Phantom”. Ansel Adams tarafından olmasa da yine bir fotoğrafçı tarafından keşfedilmiş bir yer, Antelope Canyon. Lik’in ünlü fotoğrafı sadece kendisine değil, bölgenin sahipleri Novajo’lara da geçim kapısı olmuş. Bir fotoğrafın bu kadar güçlü bir etki yaratmasına nadir rastlanır. Kaldığımız yol otelleri içinde en pahalısı da, kanyona en yakın kasaba olan Page’deki otel oluyor.
![]() |
Upper Antelope |
Novajo’lar rezervasyondan birbuçuk saat önce orada olup “check in” yapmamızı, yapmazsak hakkımızın yanacağının baştan şart koşmuşlardı. Grand Canyon sonrası Flagstaff’de kaldığımız için bu da bizim sabah 7’de yola koyulmamız anlamına geliyor. Erkenden, kahve, kornfleks, çırpılmış yumurta, sosisten oluşan tipik bir yolüstü motel kahvaltısı yapıp, tamamen tek kullanımlık tabak çanağı çöpe -dünyaya- attıktan sonra yola çıkıyoruz. ABD’nin sadece bu kahvaltı atıkları nedeni ile dünyaya ne kadar plastik “saçtığını” düşünmek bile insanı ürpertiyor.
![]() |
Peter Lik’in 6.5 Milyon Dolarlık Hayaleti |
Yaklaşık bir saat yolumuz kaldığında gps’lerimiz saatimizi ve doğal olarak varış saatimizi aniden bir saat ileri atıyor! Bu “checkin” saatini kaçırmamız ve biletlerimizin de yanması demek. İlk planlamamızda yolculuklardaki saat dilimi farkını gözönüne almış ve ona göre plan yapmıştık oysa. Bu kötü bir sürpriz. Novajo’ları arayıp durumu anlatmak gerekli ama telefonlar da saat dilimi değişikliğinden sonra susuyor; hat yok. Ter basıyor haliyle. Biletin yanması bir yana tüm program aksayacak. Çölün ortasında sıkı küfürler, sırttan boşanan soğuk ter. Temel bir hatayı -kontrol ettiğimiz halde- nasıl yapmış olabilirdik? Tam bir saat boyunca telefon hattı gelmiyor. Kenya’da bile telefondan bu kadar uzak kalmamıştık. Gecikmişliğimizi içimize sindirdiğimiz ve makus talihimize razı olduğumuz anda, Page tabelasını görüyoruz. Tam o anda hem saatler hem de varış saati eyaleti tekrar değiştirdiğimizden yine değişiyor. Derin bir nefes. Yine de Google’nın yol bildirimlerinin varacağımız noktanın saatine göre çalışmamış olması çok acayip. Google’da bir “böcek” yakaladık anlaşılan :)
![]() |
Büyük Mimar:Doğa, Lower Antelope |
![]() |
Upper Antelope |
Antelopeler halen ani sel riski ile karşı karşıyalar. 1997 ve 2010’da ani bastıran yağmurlarda içeride mahsur kalan turistler hayatlarını kaybetmişler. Böyle zamanlarda kanyonlar kapatılsa da dikkatli olmakta fayda var.
Güneybatı’da Ansel Adams’ın izi olmayan nadir doğal güzelliklerden birisinden ayrılıyoruz.
At Nalı Kanyonu
Antelope’lerin büyüleyici renklerini geride bırakıp Page’de kalacağımız yolüstü moteline varıyoruz. Tüm seyahatin en pahalı gecelemesi bu motelde. Tek gece fiyatına Vegas’ta lüks bir otelde iki gece kalabilirsiniz. Vahşi doğa güzelliklerini görmenin ceremesi bu olsa gerek.
![]() |
Horseshoe Bend’de Günbatımı |
At Nalı’ndaki fotoğraf mücadelemizden sonra akşam Page’de orta halli bir “steak” yiyoruz. Lokantadaki komi de Türk bir öğrenci çıkıyor. Öğrenci değişim programı ile buraya kadar gelmiş, takdire şayan.
Kovboylar Ülkesinin Derinliklerine
![]() |
Elephant Butte |
![]() |
John Wayne’nin Seyir Noktası |
![]() |
Monument Valeey 1958 - A.Adams |
Monument Valley’den gün batımını beklemeden çıkmamız gerekiyor. Artık Kaliforniya’ya geri dönüp Sequoia ve Yosemite milli parklarına yollanmamız gerekiyor. Bu nedenle yine Page üzerinden dönüp yolu yarılamak üzere kalacağımız St.Georga’a dört saat araç kullandıktan sonra akşamın geç saatlerinde varıyoruz.
Devler Ormanı
Dev sekoyaları görmek için St.Georga’dan biraz dinlenerek çıkıp, akşam saatlerinde bu sefer de Bakersfield’e varıyoruz. Bütün günümüz yolda geçti ama hala hedeften iki saat uzaktayız. En azından tekrar Kaliforniya’ya geçtik. Amerika deyince hemen herşeyi büyük ölçeklerde düşünmek gerekli. Tüm gün yol yapıp ancak konaklama noktasına varabiliyorsunuz örneğin. St.Georga’a çok yakın olduğundan sabah kalktığımızda Zion Milli Parkına da uğrasak mı diye düşünmüştük ama neredeyse imkansız olduğunu akşam Bakersfield’e ancak geç saatlerde varınca anladık. İmdadımıza yine bir İtalyan restoranı yetişti, yol yorgunluğuna güzel bir şarap iyi geldi. Yurtdışında denk geldiğimiz hemen tüm İtalyan restoranlarında su bile İtalyan markası satılıyor. Kökenlerine her şekilde sahip çıkıyorlar.
![]() |
Genç Sekoyalar |
Yosemite öncesi en heyecan verici milli park burası. Amerika’nın en eski ikinci milli parkı; 1890’da ilan edilmiş. Dünyanın en büyük ve en yaşlı ağaçlarını burada göreceğiz. Sadece Sierra Nevada dağ silsilesini batı yamacında ve 1700 - 2500 metre rakımlarda yetişiyor sekoyalar. Ziyaretçi merkezine yaklaşırken bizi önce 1000 yaşlarında “genç” sekoyalar karşılıyor. Doğa yine insanoğlu ile dalgasını geçmeye başladı. Yol üzerindeki ağaçları kesmek yerine sık sık ağaç adaları oluşturulup etrafından dolanılmış. Bu Amerikalılar hiç müteahhitlikten anlamıyorlar! İleride neler göreceğimizin tam farkında olmaksızın heyecanla 50-60 metrelik bu genç sekoyalar ile fotoğraflar çektiriyoruz. Ziyaretçi merkezinde genel bilgiler aldıktan sonra ünlü General Sherman’a yollanıyoruz; yani dünyanın en büyük ağacına.
![]() |
General Sherman |
Dev Ormanda gezerken insan kendini kambiryen patlama sonrası oluşan dev ağaçlar ve eğrelti otları arasında hissedebilir. Emdikleri karbon miktarı nedeni ile ekosistemin en önemli parçalarından birisi bu devler. Işığa en erken ulaşma mücadelesini kazanan diğerlerini her şekilde geride bırakıyor. Burada dinozor değilse de oldukça sık ayı uyarısına denk geliyoruz. Ormanın içlerine giren enfes patikalara çok yalnız girmemekte fayda var. Yerler kozalak, kurumuş dal ve yapraklarla kalın bir örtüyle kaplanmış durumda. Bu kalın örtü her yıl Milli Parklar yetkililerince kontrollü olarak yakılarak, kozalaklardan yeni fidanların doğal olarak fışkırması sağlanıyormuş. Yangınlar yeri geldiğinde doğanın ve özelde sekoyaların devamlılığına aracı olabiliyor. Avustralya’nın, iki yüzün üzerinde yangınla boğuştuğu şu günlerde bu yorum aykırı gelebilir ama olaya hiç de sabırsız olmayan doğa açısından bakmalı.
Sekoya keyfini milli park içinde kendinizi Alplerde hissettirecek Wuksachi lodge’da bira içerek tamamlıyoruz. Her nekadar bu tür konaklama yerlerinde kalmak için -vergi kısmı konaklamanın iki katı olduğundan- çok yüksek meblağları göze almak gerekirse de bira keyfi yapmanın önünde çok engel yok.
Kısa molanın ardından geceyi geçireceğimiz Yosemite yakınlarındaki Oakhurst’e yollanıyoruz. Google en kısa yol olarak kuzeyde bir çıkış gösteriyor. Bir saate yakın gittikten sonra bir dağ patikasına sokuyor bizi. Belki bir çıkış olsa da bu yoldan traktörünüz olmadan gidilebilecek gibi değil. Yeniden geri dönüp anayolları takip ederek akşam üzeri Oakhurst’e varıyoruz.
Yosemite Vadisi
![]() |
El Capitan ve Half Dome |
![]() |
Half Dome 1938 - A.Adams |
Buzulların önce istila edip oyduğu, terkederken de cilalayarak bıraktığı bu monoblok granit kütleler vadinin üzerini adeta bir doğa tapınağının kubbesi gibi örtüyorlar. Pek çok yerde insanın üstüne yıkılacaklar hissi verdiklerinden adrenalini hep yüksek tutuyorlar.
![]() |
Manitunun Çayırları |
Şelaleden çıkıp düzlüklere doğru iniyoruz. Merced nehrinin kıyısındaki Manitunun yeşil çayırlarından El Capitan ve Half Dome’u seyretmemize su içmeye gelen karacalar eşlik ediyor. Yoldan uzaklaştığımız için huzur bulduğumuz anlardan birisi. Half Dome’un nehre vuran yansımasında Ansel Adams beliriyor.
![]() |
Merced Nehri Yansımaları |
![]() |
Mirror Lake 1935 - A.Adams |
Mirror lake dönüşü Tenaya Deresinin diğer yönünü tercih ediyoruz. Bir otobüsten inen insanlar olmadığından ortam daha tenha ve ürpertici. Yosemite’nin gerçek sahiplerine bu sefer yakalanmadan turu tamamlıyoruz. Yosemite’ye hakkını vermek için en az bir hafta ayırmak gerekli. Birgün geri dönmeyi umuyoruz.
Okyanus ile Tekrar Buluşma
Güneybatı Amerika seyahatinin sonuna geldik artık. Bu yolculuğu en rahat şekilde tamamlamak için son günümüzü okyanus kıyısından Los Angeles’a Route-1’i kullanarak dönecek şekilde planlamıştık. Bu nedenle Yosemite Batı çıkışından çıkıp geceyi geçireceğimiz Monterey’e doğru yollanıyoruz.
Bu seyahatte Ansel Adams’ın doğum yeri San Fransisco’ya uğrama şansımız olmadı ama yaklaşık son 20 yılını geçirdiği Monterey yarımadasında bir gece kalacağız.
Monterey San Fransisco’nun güneyinde bir okyanus kasabası. Daha kolonyel mimari özellikler gösteriyor. Kaldığımız küçük otelde tamamen Viktorya tarzı döşenmiş. Ortak mekanlar antika eşyalar ile süslenmiş. İnsanı saran bir sıcaklığı var Pacific Grove Inn’in. Bu güzelliği bozmamak için klima kullanmamışlar ama zaten biz de yaz sonu oradayız.
Carmel-by-the-Sea’de günbatımı bir tür ritüel. Sahilde büyük bir kalabalık toplanmış ufukta kaybolan günü kendilerince kutsuyorlar; bazıları şampanya, bazıları bira, bazıları fotoğraf ve bazıları da yoga yaparak. Dünyanın geri kalanı ile tüm ilişkileri kopmuş o anda. Ne Afganistan, ne Irak, ne Trump... Deniz, kum ve yaşam döngüsünün sembolü güneş ile aralarında hiç birşey kalmıyor.
Seyahatin son akşam yemeğinde, şans eseri aslında rezervasyonsuz gitmenin mümkün olmadığı belli “tarz” bir restoran buluyoruz. Şimdiye kadar 4000 km’ye yakın yol yaptık ve biraz keyfi hakettik doğrusu. Yanımızdaki masadaki Türkler bizim Türk olduğumuzu anlayınca aralarında aksanları ile İngilizce konuşmaya başlıyorlar. Kadın arada “yani”ler falan sıkıştırıyor ama olsun, çok komikler. Onlar İngilizce konuşurken restoran sahibi de Türkiye'den geldiğimizi öğrenince baklava ikram ediyor tüm centilmenliği ile.
Route-1 ve Big Sur Üzerinden Veda Vakti
![]() |
Puslu Okyanus - Big Sur |
Yolun Ansel Adams’ın da etkilendiği bölümü, Big Sur olarak adlandırılan ve Carmel Highlands ile San Simeon arasında uzanan kesimi. Okyanusun şekillendirdiği bu kıyılarda dalgaların etkisi ile oluşan sürekli bir pus hakim. Pus nedeni ile tüm kıyı boyu sürekli mistik bir havaya bürünmekle beraber günbatımlarında da enfes manzaralar sergiliyor. Keyif rotası “1” de sık sık oluşturulan cepler ile park edip tüm bu kıyıları izlemek mümkün. Vaktiniz olursa iç kesimlerde şelaleler de varmış. 1930’lar mühendisliğinin tüm hüner ve zerafetinin sergilendiği köprüler de manzarayı tamamlıyor. Günümüzün sadece "işlevsel" köprülerine kinayeli şekilde göz kırpıyorlar. Zerafet ile işlevsel modernizmin getirdiği vasatlık arasındaki o ince çizgiyi yol boyu yaşıyoruz.
![]() |
Route 66 Bitiş Tabelasında Kuyruk |
Son gün kiralık aracı teslim öncesi Route-1 ile Route 66’ın kesiştiği Santa Monica sahiline uğruyoruz. Aynen Route-66 gibi, bizim yolculuğumuz da burada sona eriyor. Bitiş noktasını gösteren tabelanın altında fotoğraf çektirme kuyruğuna girenleri izliyoruz sadece.
Ocak 2020
Ender Şenkaya