İngilizce Adı: The Dictator's Learning Curve
Yazım Yılı: 2012
Dobson’ın kitapta adı geçmeyen otoriter rejimler ve
yöneticilerle benzerlik göstermesi muhtemel, bulguları ve yorumları tamamen
tesadüfidir ve adı anılmayanlara ilişkin yapılacak genellemeler bunları yapanları
bağlar. Biz sadece ana hatları ile Dobson’ın birinci elden tanıklıkları ve
yerinde gözlemleriyle şekillenen ve otoriterliğin inşası ve yıkımı süreçlerine
ilişkin değerlendirmelerini özetlemek istedik. Aşağıda yer alan hemen tüm
görüşler yazara aittir ve sadece daha sistematik olarak anlaşılması için farklı
başlıklar ve gruplamalar altında tasnif edilmiştir. Yazarın görüşlerine
eklediğimiz yorumlar köşeli parantezler “[ ]” içine alınmıştır.
Otoriterliğin Oluşum Süreci ve Meşruiyeti
[Yüzyıllardır otoriter
rejimler ana hatları ile büyük yıkımlar, krizler ve toplumlarda travma yaratan
gelişmeler sonrası şekilleniyor. Atina’da Sparta yenilgisi sonrası MÖ 404-403 yıllarında
yaşanan kanlı Otuzlar oligarşisinden, on yedinci yüzyıl ortasında Cromwell’in
Kral I.Charles’ın başını uçurup ülkeyi sürüklediği kaos ortamına kadar
otoriterlik hep toplumun korkularını yönetme sanatı ile beraber ortaya çıktı.]
Boris Yeltsin’in
ardından [neredeyse no-man’s-land haline gelmiş Rusya’da] yönetimi devralan
Vladimir Putin, daha sonraları şu çarpıcı tespiti yapmaktan geri durmayacaktır:
“Sovyetlerin
dağılmasından pişmanlık duymayan kişi kalpsizdir; onu tekrar eski hali ile
canlandırmak isteyense kafasız.” 1989 yılında Berlin Duvarı’nın
yıkıldığı günleri Dresden’deki KGB istasyonundan izleyen Putin, duvarlara
dayalı ayrışmaların sürdürülemez olduğunu ve bu tür süreçlerin geri
döndürülmesinin mümkün olmadığını görüyordu.
Günümüzün modern
otoriterleri neredeyse demokratik sayılacak bir maske arkasına saklanmayı
tercih ederler; bağlı oldukları anayasalar hemen tamamen güçler ayrılığı
ilkelerini benimseyen metinlerdir. Bir örnek vermek gerekirse Rusya lideri
Vladimir Putin gün be gün otoriterleşse de hiçbir zaman anayasaya aykırı
hareket etme yolunu seçmemiştir. Elinde en büyük gücü tuttuğu zamanda bile
Medvedev’e başkanlığı -görünürde de olsa- bırakıp sahne arkasına geçmeyi
kabullenmiştir. [Her otoriter –gözü tamamen kararmamışsa- kendi meşruiyetinin
kaynağı olan bir metni tamamen ortadan kaldırmaması gerektiğini bilir.]
Venezüella’da
Chavez’in ortaya çıkışı da benzer bir kriz dönemi sonrasına denk geliyor. Ülkede
reel olarak kişi başı gelirin yüzde 15 düştüğü 1973-1985 dönemi sonrasında
yoksulluğun yüzde 150 artışı, enflasyonu ve işsizliği körüklemiş, ülkede artan
tek şey [Rusya’da Yeltsin sonrasında olduğu gibi] suç oranları olmuş. 1998 yılı
başkanlık seçimleri öncesinde yapılan bir araştırma, yoksulların yüzde 70’inin
ve zenginlerin yüzde 84’ünün siyasi partilerin çözümden çok sorun yarattığına
inandığını gösteriyormuş. İşte böyle bir ekonomik iklim ancak sistem dışından
bir kişinin çözüm olarak ortaya çıkmasının önünü açmış, yani Hugo Chavez’in.
Demokratik
seçimle iktidarı devralan Chavez, kendisini iktidara getiren yığınları
diğerlerine karşı kutuplaştırarak sözde devrim sürecini başlatmış. Artık onu
eleştiren ve karşısında durmaya çalışanların yaftaları da hazırmış: “hainler”,
“suçlular”, “oligarklar”, “mafya” ve “ABD’nin uşakları”. Bugün [2011-12] Chavez,
hükümetin tüm aparatlarını, silahlı kuvvetleri, devlet iştiraki petrol
şirketlerini, radyo ve televizyon kanallarının büyük bölümünü ve özel sektörün
uygun gördüğü bölümünü elinde tutmaktadır.
Mısır’da otoriter
rejimlerin temeli 1952 yılında Cemal Nasır ve Özgür Subaylar hareketi Kral
Faruk’u tahtından ettiklerinde atıldı. Süpürdükleri sadece monarşi değildi,
onunla beraber sınırlı da olsa parlamenter sistem ve hangi tür kıyısından da
olsa siyasi çoğulculuk varsa tamamı sona erdirildi. Kurdukları yeni sistem ve
generallerin şekillendirdiği anayasa orduya dokunulmazlık ve denetimsizlik
zırhı da getirmişti. Generaller krallarını 21 pare top atışı ile uğurladılar;
tarihin gördüğü en “nazik” darbeyi yapmışlardı ve Mısır halkının bunda hiç
dahli olmamıştı. [Nasır’dan sonra onunla beraber Faruk’u deviren subaylardan
olan Enver Sedat döneminde baskıcı politikalar aratarak devam etti.] Sedat bin
beş yüzden fazla siyasi tutukluyu, karşıtlarını ve aydınları, rejiminin simgesi
haline gelen Tora Hapishanesinde tutuyordu. Sedat’a ordu tarafından düzenlenen suikastın
ardından başa geçen Hüsnü Mübarek işe bu tutukluları salıvererek başladı.
Mübarek ilk dönemlerinde [pek çok otokratın yaptığı gibi] demokrasinin
geleceğin sigortası olduğu sloganıyla yola çıkmış, karar alma mekanizmalarını
tekeline almayacağı garantilerini vermişti.
Otoriterliğin Sürdürülebilirliği
Rusya gibi geniş
alanlara yayılan ülkelerde, bölgesel valiler kendilerine tahsis edilmiş
alanları neredeyse kişisel fieflikleri olarak yönetirlerdi. Ancak, 2005 yılında
Putin’in aldığı bir kararla, seçimle iş başına gelen valilerin yerine atanan
valiler getirdi ve bütçelerini de Kremlin’in kontrolüne bağladı. Böylelikle
valiler ve belediye başkanları da seçimlerde Kremlin için çıkacak oyları kendi
başarıları ve popülerlikleri ile eş tutmaya başladılar.
Dobson’ın
görüştüğü ve “komünizm ile putinismin
farklarını” sorduğu Rusya muhalif liderlerinden Boris Nemtsov’a göre “…Putinsim çok daha akıllı çünkü derdi sizin
kişisel özgürlük alanınız değil, politik haklarınız. Dilediğiniz yere seyahat
edebilir isterseniz sığınmacı bile olabilir ve internette serbestçe
dolaşabilirsiniz. Tek elde tutulan güç televizyonlardır zira en önemli
ideolojik propaganda makinesi TV’dir.”
Rusya’da yönetimin
giderek merkezileşmesi hak arayan vatandaşları yönetimden uzaklaştırınca
bulunan çözüm kamusal başvuru büroları oldu. Halk her sorununu bu bürolar
vasıtası ile merkeze duyurmaya çalıştı. Bu bir tür halkın tepkilerini
yatıştırma amacı için kullanılan mekanizmaya dönüştü. Çin ve Singapur
örneklerinden yola çıkan Sergei Markov gibi Kremlin sözcülerine göre istikrarlı
teknokrat hükümetler, demokrasilere nazaran daha hızlı ve etkin işleyen bir
gelişme sürecini destekliyordu. Ancak, sayılar bunun aksini söylüyor; Doğu Asya
kaplanlarını bir kenara koyduğunuzda kişi başına düşen büyüme oranları otokrat
rejimlerde zayıf demokrasilerin bile %50 altında kalıyor. Güney Kore gibi
ülkeler yirminci yüzyılın sonunda doğru imalat mallarının payını tüm
ihracatları içinde %80’lere kadar çıkartırken, Rusya’nın hemen tek ihracat
kalemi enerjiyle sınırlı kalıyordu. Rusya’da devlet, istihdamın neredeyse
%40’ını sağlarken, Putin’in –anayasaya saygısı(!) nedeniyle- iki dönemi
sonrasında başkanlığı devrettiği Dimitri Medvedev bir açıklamasında “Devletimiz
en büyük işveren, en aktif yayıncı, en iyi yapımcı, kendi kendisinin yargıcı,
kendisinin partisi ve sonunda da kendi kendisinin halkı. Böyle bir sistem tamamen
verimsiz ve yolsuzluk dışında bir şey üretmiyor” diye itiraf ederken
sanki [Thomas Hobbes’un 1651 yılında yazdığı Leviathan’ında işaret ettiği
mutlak gücü tarif eder gibidir.]
Çin’de ise
Komünist Parti’nin en önemli yeteneği “tarih üretimi” olmuştu. Kendi amaç ve
çıkarlarına göre kişilerin ve olayların tarih yazımından çıkarılmasını
sağlıyorlardı. [Orwel’in hayal etti Gerçek Bakanlığı Çin’de gerçekten vücut
bulmuştu.] Çin Komünist Partisi’nin hiçbir zaman sadece liberal olmak adına
liberalleşmeye çalışmak gibi yaklaşımı olmadı. Gorbachev ve Sovyetler Birliği’nin
çöküşünden çıkardıkları en önemli ders asla demokratik reformlarla flört
etmemek olmuştu. Ama Tiananmen meydanındaki olaylar Çin’de hiçbir şeyi
değiştirmemiş değildi. Çin’in önde gelen kanaat önderlerinden Yu Keping 2006 yılında yazdığı “Demokrasi İyi
Bir Şeydir” adlı makalesinde “insanlar en iyi yeme-içme şartlarına, giyim
kuşama ve barınama ile ulaşım şartlarına sahip olsalar da demokratik haklardan
uzak olduklarında insan onuruna yakışır bir hayatın eksikliğini hissederler.” diyecekti.
Yu artık binlerce yıl sonra ilk kez köy seçimleri yapılabildiğini, hukukun
üstünlüğü kavramının anayasaya girdiğini, insanların hükümet aleyhine dava
açabildiklerini ve bir idare hukukunun tesis edilmiş olmasını bu sürecin
kazanımları olarak görüyor. Protesto hareketlerinin büyük bölümünün yolsuzluk
ve hükümet görevlilerinin kötü muamelelerinden kaynaklandığını bilen parti,
memurları yaygın bir rotasyonla ülkenin çeşitli bölgelerinde görevlendirerek liyakatlerini
sınıyor. Diğer otoriter rejimlerde rastlanılan akrabalık ilişkilerinin tersine,
sıkı rekabet koşulları yaratılarak hizmetin gelişmesi sağlanıyor. Çin Komünist
Partisini bir tür hanedana benzeten Çinli uzmanlardan birisi, partinin ömrünün
başında mı yoksa ortasında mı olduğu sorusuna, hanedanların ortalama ömrünün 270
yıl olduğu cevabını veriyor. Yani partinin kabaca 200 yıl kadar daha ömrü
olacak.
Otoriterliğin sürdürülebilmesi
genelde halkın düşman bir dış gücün varlığına inandırılması ile mümkündür;
Venezüella’da Chavez buna iç düşmanları da eklemeyi başarıyor. Putin’in sergilediği
dikkatlice çizilmiş istikrar politikalarının tersine Chavez, gücünü kaotik ortamdan
ve kutuplaşmadan alıyor. Bu kaotik ortamda 1998’de olduğu gibi yeni anayasa
süreçlerinin yönetilmesi de kolaylaşıyordu. Bu süreçte Chavez oyların sadece
%53’ünü alarak parlamentoda sandalyelerin %93’ümü ele geçirdiği değişiklikleri
zorlanmadan hayata geçirmişti; böylelikle başkanlık gücü de ezici şekilde
artmıştı. Örneğin seçim mühendisliği ile
oluşturulmuş seçim bölgelerinden Chavez’in güçlü olduğu Amazonas’ta halk sadece
42.000 oyla parlamentoda bir sandalye kazanabilirken, muhalefetin ağırlıklı
olduğu Zulia’da aynı sandalye için 708.000 seçmenin oy vermesi gerekiyordu.
Otoriterliğin en
yalın hali ile iktidarda olduğu ülkelerden Malezya’da, Dr.Mahathir Mohamad
başkanlığındaki hükümet 1981 yılından emekli olduğu 2003 yılında kadar iş
başında kaldı. Mahatir’in UMNO partisi (United Malays National Organization)
yirmi yılı aşan iktidarının son döneminde artık biraz da şakayla karışık Under
Mahatir No Opposition (Mahatir’in Yöentiminde Muhalafet Yoktur) şeklinde
anılmaya başlamıştı. Mahatir bu dönemde dünyada ırkçı ve anti-semitik
politikaları ile ün salarken, ülkesinde Petronas Kuleleri ile sembolleşen büyük
ekonomik kalkınmanın arkasına gizlenmiş, muhalif kişi ve örgütleri ezip geçen
politikaları ile nam salmıştı. [Ekonomik refah ve onun çevresinde kümelenmiş
çıkar gruplarının uzun süre baskıyı meşrulaştırabilme kabiliyeti hafife
alınmamalı.]
Otoriter
rejimlerin şansı ABD’deki Bush yönetiminin yürüttüğü Afganistan ve Irak
savaşlarında başarısız olması ile dönüyordu. 2005 yılında Mısır’da Müslüman
Kardeşlerin ve Filistin’de Hamas’ın zaferleri ile birleşince ABD artık
Ortadoğu’ya demokrasi ihracı politikalarından tamamen vazgeçecek, otokrat olup
olmadıklarına bakmaksızın kendisine istikrarlı müttefikler arayışına girecekti.
Bu da özellikle Mübarek rejimine, reform isteyen muhaliflerine karşı şiddetli
bir cevap verme imkânı tanıyacaktı. Yine de Mübarek eskiyen iktidarında bir
reform çabasına girişmedi değil. Batı’da eğitim görmüş doktoralı oğlu Cemal
Mübarek’i iktidar partisinin başına getirdi. Cemal’ın konuşmaları kulağa hoş
gelen “reform”, “süreç”, ve “uzlaşı” gibi süslü kelimelerle doluydu. Hatta 2005
yılında Mübarek bir seçim kampanyası yaparak Mısırlılardan oy bile isteme
lütfunda bulunmuştu. Malezya’da [ve dünyanın kalanında] olduğu gibi 2005-2008
yılları arasında yıllık %7.2’lik büyüme sağlayan Mısır ekonomisini Dünya Bankası
bölgenin en hızlı büyüyen reformist ekonomisi olarak ilan etti. Dış yatırımlar
2009 yılında 7 milyar doları bulmuştu.
[Aslında dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan bu gelişme Mübarek’in köhne
iktidarı için can suyu olmuştu.] Bu noktada Alexis de Tocqueville’in uyarısı
hatırlara geliyor; “yolsuzluğa boğulmuş
bir rejim için en tehlikeli an, kendisini reforme etmeye çalıştığı andır.” Mübarake
bu durumuancak 2011 yılına kadar sürdürebildi. Mübarek’in ardından rejimi ele
geçiren Mısır Ordusu, Cemal ve en yakın arkadaşlarının tüm mallarına el koydu.
Samuel
Huntington’ın gözlemlediği gibi bir demokrasinin devam edip etmeyeceğinin
kararını, karşılaştığı sorunların büyüklüğü ve onlar için önerdiği çözümlerden
çok, demokratik rejimden yana olan muhalif liderlerin ülkelerinin karşılaştığı
sorunlara yanıt vermekteki basiretsizlikleri belirliyor.
Kurumsallaşan Yolsuzluk
Siyaset
bilimciler her ne kadar bir ülkedeki yolsuzluk düzeyi ve o ülkenin gelişmişlik
katsayısı arasında bir tunç yasası oluşturmamış olsalar da şeytan detaylarda
gizlidir. Örneğin Dünya Bankası verileri Rusya ekonomisinin neredeyse yarısının
bir tür yolsuzlukla ilişkili olduğunu söylüyor.2011 yılında Uluslararası
Şeffaflık Örgütü verileri Rusya’yı 182 ülke arasında Bangladeş, Pakistan ve
Suriye’nin bile altında 143. sırada gösteriyor. Bir örnek vermek gerekirse, bir
Rus yolsuzlukla mücadele grubunun verilerine göre Rusya’da yeni yolların
kilometre başına düşen maliyeti 237 milyon doları buluyor; ABD’de bu sayı
yaklaşık 6 milyon dolar mertebesinde. [Çin’de geçen yıl açılan 2500 km
uzunluğundaki otoyol 2.5 milyar dolara tamamlandı, yani kilometre başına sadece
1 milyon dolara. Dünya’da yolsuzluk sıralaması yapmak isteyenler çoğu zaman
ülkelerdeki otoyol birim maliyetlerini kolaylıkla kullanabilirler.]
[Yolsuzluğun baş
aktör haline gelmesinin temel göstergelerinden birisi de demokratik toplumların
hemen hepsinde suç kabul edilen “çıkar çatışmalarının” özellikle otoriter
ülkelerde umursanmaması ve hatta sıradan gösterilmesidir.] Rusya’da çevreci
direniş grupları buna örnek olarak ulaştırma bakanı Igor Levitin’in aynı
zamanda özel işletme olan Sheremetyovo Havaalanı’nın ve Aeroflot’un da
direktörü olmasını gösteriyorlar.
Ancak yolsuzluk
konusunda pek az ülke Venezüella ile yarışabilir [2012]. Uluslararası Şeffaflık
Örgütü (Transparency International) verilerine göre ülke Laos ve Angola ile
birlikte 178 ülke arasında 164.sıra ile açık ara dünyada yolsuzluğun en yoğun
olduğu ülkelerin başında geliyor.
Medya Hegemonyası
Putin’in
otoriterleşme yönünde attığı ilk adımlardan birisi medyaya diz çöktürmek oldu.
Putin öncesinde medyanın üç amiral gemisinden sadece birisi devlete aitti,
Kremlin’in üçünü de kontrol altına alması sadece üç yıl sürdü. Aynı süreçte
Kremlin’e bağlı gruplar tirajları en yüksek gazete ve dergileri satın almaya
başladılar. Bugün [2010-2012], Rus devleti tüm medyanın %90 ile 93’ünü fiilen
kontrol etmekte.
2010 yılı
Rusya’da, Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre1999 yılından beri bir
gazetecinin hedef alınmadığı ilk yıl oluşu ile öne çıktı. 2000’den kitabın
yazıldığı tarihe kadar Rusya’da on dokuz gazeteci faili meçhul cinayetlere
kurban gitti.
Venezüella’da ise
cadena adı verilen bir yasa ile
başkanın ulusa sesleniş konuşmalarının tüm radyo ve televizyon kanallarınca
yayınlanması zorunluluğu getirilmişti. Hatta Chavez Pazar öğleden sonraları
kendisi sunduğu Alo Başkan adında bir eğlence programı ile halkın karşısına
çıkmayı adet haline getirmiş. Program sırasında bakanlarını sınava tabi tutup
halkın önünde azarlamak ve bir defasında doğrudan canlı yayında azletmek gibi
[son derece popülist] yöntemler kullanmaktan da çekinmiyor. [Ülkenin zengin
petrol gelirlerinin ] bu yandaş medya imparatorluğuna akıtıldığı da bir gerçek.
Bugün [2012] itibari ile hükümetin elinde altı televizyon kanalı, iki ulusal
radyo kanalı, üç bin yerel radyo kanalı, üç basımevi ve yaygın bir internet
ablukası bulunuyor. Tüm medyanın uyması gerekli kurallar da son derece
açıklıktan uzak ve belirsizlikler içerecek şekilde düzenlenerek gerektiğinde
eğilip bükülerek medyayı susturma aracı olarak kullanılabiliyor. Örneğin
meclisten geçen bir yasada internet servis sağlayıcıların halkta “endişe ve
huzursuzluk yaratabilecek” içerikleri yayınlaması yasaklanabiliyor. Sonuç,
muhalif bir lider medyada ancak hakkındaki bir yolsuzluk dosyası gündeme
geldiğinde yer alabiliyor.
Hukuk’un ve Yasama’nın Baskılanması
Venezüella’da
Chavez için tek hukuk sloganı vardır: “Dostlarım
için her şey, düşmanlarıma ise hukuk.” Gerçek doğalarını demokratik bir
maskenin arkasına gizlemek isteyen rejimler için en elverişli silahlardan
birisidir hukuk.
Rusya’da Duma’ya
sunulan yasa önerileri neredeyse noktasına virgülüne dokunulmadan kanunlaşıyor.
[Her otokrat için kendi ofisinden çıkan bir önerinin değişikliğe uğraması
–kendisine faydalı bile olsa- bir zafiyet göstergesi olarak algılanma riski
taşıyor ve rejimi sorgulanabilir hale getirdiğinden kabul edilemeyecek bir
durum. ]
Venezüella da
mevcut hukuk kaidelerinin kişilere göre eğilip büküldüğü ülkelerden birisi. Bunun
en çarpıcı örneklerinden birisi hukuku uyguladığı için yargıç Alfuni’nin başına
gelenler. Kambiyo kurallarına uymamak gibi ekonomik bir suçtan tutuklanan bir
iş insanının tutukluluk hali yasada öngörülen en fazla iki yıllık süreyi aşıp
üç yılı bulunca kefaletle tahliyesine karar veriyor, yargıç Alfuni. Daha
önceden muhalif politikacıları desteklediğinden kendisini siyasi suçlu kabul
eden iş insanı ise durumdan faydalanarak ülkeden derhal kaçıyor. Ancak yargıç
Alfuni daha kaçış öncesinde kendisini kelepçelenmiş halde buluveriyor;
kararından sadece on beş dakika sonra. Başsavcılık Alfuni hakkında, adaleti
engellemek suçlamasıyla dava açıyor. Mevcut yasalara göre bu suçun cezası yedi
yıl iken, [olayı muhaliflere destek olarak yorumlayan] Chavez’in baskısı ile
istenen ceza otuz yıla çıkartılıyor. Artık Alfuni tanımı bile olmayan bir
suçlama ile karşı karşıyadır: “ruhsal kirlilik”.
Chavez’in
Venezüella yargı sisteminin bağımsızlığını hedef alması daha eskilere
dayanıyor. 2004 yılında ulusal meclisin çıkarttığı yasa ile Yargıtay sadece
kendi yandaşlarından oluşan yargıçlara devrediliyor. Bununla da yetinmeyen
Chavez’e “Yargıtayın prestijini zedeleyen yargıçları” hemen değiştirme yetkisi
de tanınıyor. [Sistem yavaş yavaş belirsiz ve kesin tariften uzak kurallar ile
isteyenin istenilen şekilde yargılanıp istenilen süre mahkûm edileceği bir ceza
makinesine evrilmiştir.]
Malezya’daki
Mahatir rejiminin en etkin araçlarından birisi de İç Güvenlik Kararnamesi olmuş.
Kararname Mahatir’e muhaliflerini herhangi bir iddianameye mahal olmaksızın
sınırsız şekilde gözaltına alma yetkisini Mahatir sınırsızca kullanırken yargı
başını sadece diğer tarafa çevirmekle yetinmişti. Rejim muhaliflerinden Anwar
İbrahim, 1998 yılında cinsel tacizle suçlanmış ve sonunda “oğlancılık”
suçlamasıyla hapse atılmıştı. Daha sonraları önemli bir Malezyalı işadamının
ifade edeceği gibi, tarihte bu suçlama nedeniyle -hem de iki defa- hapsedilen
tek kişi Anwar olacaktı. Anwar’a göre bu tür yargılama ve suçlamaların asıl hedefi
kendisini sürekli meşgul etmekti. Üç yıla yaklaşan ikinci yargılamada, Anwar
her gün öğleden sonra yani haftada beş kez öğleden sonra saat 4:00 ile 5:00
arasında mahkemeye imza vermek zorundaydı. Bu yöntemle Anwar’a muhaefet yapmak
için ancak akşamları ve hafta sonları süre tanınmış oluyordu! Hapiste uzun süre
geçiren Anwar’ın yanına, okuduğu Shakespeare ve Çin filozofları hakkındaki
eserler ve “sabretmeyi” öğrenmek kar olarak kalmıştı. Otoriterliğe karşı
yürütülen bu netameli süreç kısa süreli bir yarış değildi; Henrique
Caprilles’in de ifadesiyle “önce
yorulanın kaybedeceği” bir müsabakaydı.
Mısır’da ise Tahrir
Meydanında Mübarek’i devirerek zafer kazanan kalabalıkları kötü bir sürpriz
bekliyordu. Mısır ordusu derhal on binlerin siyasi haklarını kısıtlamak üzere
en etkili silahı olan askeri mahkemeleri devreye aldı. Bir kişiye beş yıl
mahkumiyet kararının alınması beş saati bile bulmuyordu. Suçlanan kişilerin
yasal temsilcileri, dava evrakına erişi hakkı ve delilleri inceleme şansı bile
bulunmuyordu. [Mısır direniş hareketi yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu.]
Seçimlerin Yönetimi ve Muhalefetin Bastırılması
Sovyetlerde
seçimler genellikle %99 oy oranı ile partinin gösterdiği adayın zaferi ile
sonuçlanırdı; bugün de Kremlin’in temsilcileri %70’lere ulaşıldıktan sonra
sandıklarda oy sayımının devam etmesine gerek görmezler. Günümüzün modern
diktatörleri, şaibeli bir seçimi
kazanmış görünmeyi seçimi doğrudan çalmış olmaya yeğ tutarlar. Bunu yapmak için
kullandıkları önemli araçlardan birisi de -Rusya’da uygulandığı gibi- muhalif
partileri yönetimden uzak tutacak %7’ler gibi yüksek mertebelere ulaşan seçim
barajlarıdır.
Politika
danışmanı Igor Minutsov Rusya’daki seçimleri “kuralsız savaşlar” olarak niteliyor; işinden çok kazanç sağlasa da
bazı şeylerin sınırları olması gerektiğini düşünüyor: “Son yılların seçimleri yapılan sahtekarlıklar nedeniyle seçim olarak
nitelenmekten çıktı” diyor, Minutsov. Bu nedenle de 2008 yılında yayınlanan
kitabının adını “Suç ve Cezasızlık” olarak koymuş. 2009 yılında Yobloko partisi
adına Duma seçimlerine adaylığını koyan Sergei Mitrokhin’in oy verdiği sandıkta
kendisi dahil kimsenin Yobloko’ya oy vermediği açıklanmış.
Venezüella’da
Chavez yönetimi ise seçimleri gücünü pekiştirmek için bir araç olarak
kullanmaktan hiç çekinmiyor. Chavez iktidarının ilk on bir yılında halk,
referandum, yerel seçimler, parlamento seçimleri vs adlar altında on üç kez
sandığa gitmek durumunda kalmıştı. Venezüella’da neredeyse her yıl bir seçim
mevsimi havasında geçiyordu. Bu durum, ülkeyi kutuplaştırarak yöneten bir
başkan için çok elverişli şartlar sağlıyordu. Chavez’in sürekli seçimlerle
halkı oyalayıp yönetimini derinleştirmesinin perde arkasında ise seçimlerin
güvenliğinden sorumlu ve aldığı kararlara bir üst organda itiraz mümkün olmayan
ülkenin seçim kurulunu ele geçirmiş olması yatıyordu. Bu seçim kurulunun
sorumluluğunda 2009 yılı itibari ile kayıtlı olan 18 milyon seçmenin yüzde
40’ının adresi bile yoktu; bu da sistemi hayali oylar, birden çok oy kullanma
gibi tespit edilmesi çok güç seçim hilelerine açık hale getiriyordu.
Venezüella’da
seçmenlerin baskılandığı en kötü örneklerden birisi Chavez’in başkanlığına
karşı yeniden referandum yapılması için toplanan 3 milyon imzayı verenlerin
başlarına gelenlerdi. Chavez Ulusal Seçim Kurulu’ndan, bu imza sahiplerinin
isimlerinin açıklanmasını istedi ve Web’de yayınlattı. Sonucunda Sağlık bakanı
Capella bu yönde imza veren doktor ve hemşirelerin “terörist faaliyet”
nedeniyle kovulacaklarını açıkladı, ulusal petrol firması imza veren
işçilerinin işlerine son verdi. Hatta acil durumlarda hastaneye başvuran
vatandaşlar bu listeye girmişlerse sağlık hizmetlerinden ya mahrum kaldılar ya
da zorluklarla karşılaştılar.
Chavez’in
seçimleri manipüle etmek için kullandığı bir diğer etkili yöntem de seçim
kanunlarının sürekli muhalefet aleyhine çalışacak şekilde düzenler oluşu oldu.
Yaratılan klonlanmış muhalefet partileri aracılığı ile gerçek muhalefetin sesi
daha az duyulur hale getirilirken, en popüler muhalif adayların seçimlere
girmeleri ya doğrudan engelleniyor ya da mahkeme kapılarında sürekli meşgul
edilmeleri sağlanıp kampanya hattından uzaklaştırılıyorlardı. Bu sırada hükümet
de fakir halka çamaşır makineleri ve buzdolapları dağıtılarak oy verme
eğilimlerini kolaylıkla değiştiriyordu.
2007 yılında
Chavez çıtayı bir kademe daha yükselterek kendisine daha da arttırılmış
yetkiler tanıyan bir anayasaya referandumu teklifi ile geldi. Altmış dokuz yeni
maddede, acil durum ilanı halinde tüm medyanın sansürlenmesi, kendi başkan
yardımcılarınca yönetilecek yeni seçim bölgeleri oluşturulması gibi sıradışı
önerilen yanında, kendisine ömür boyu başkanlık yolunu açacak olan başkanlık
süreleri ile ilgili kısıtlamaları kaldıran da bir madde vardı. Chavez’in
düzenlemek istediği şey sadece anayasa değildi artık; devlet ile toplum
arasındaki ilişkilerin temelden yeniden yapılandırılmasıydı.
[Çağdaş dünyada
bir seçimi gayrimeşru kılmanın önemli araçlarından olan boykot mekanizması da
Chavez’in elinde avantaja dönüşmüştü.] 2005 yılında muhalefet liderleri ortak
kararla seçime katılmama kararı alınca Chavez’i çok mutlu etmişler; O da parlamentonun
167 sandalyesinin tamamını kendi adaylarınca dolduruvermişti. [1917 Mart ayında
devrilen çarlık rejimi sonrasında, Smolenski Ensititüsü’nde oluşturulan kurucu
meclisi terk edip farklı bir yerde toplantılarına devam eden muhalefeti fırsat
bilen Bolşevikler de tek oylamada iktidarı kendi partilerinin üzerine geçirmemişler
miydi. Şekil biraz karışık da olsa
şartlar olgundu. Tamdı. *] Ancak, 2008 yılında Chavez bir adım daha atarak
siyasi yasak mekanizmasını devreye alınca, bir devlet murakıbı yayınladığı bir
genelge ile mahkeme kararına gerek duyulmaksızın 400 kamu görevlisinin
seçimlere katılmasına yasak getirebilmişti. Bunlardan siyasetin parlayan
yıldızı Leopoldo Lopez, iki dönem son derece başarılı şekilde Chacao’nun
belediye başkanlığını yürüttükten sonra Chavez’in risk radarına takılmış
olduğundan yasaklı listesine en üst sıradan girmiş oluyordu. Yasak gelmesinden kısa
bir süre önce aldığı oylar %65 seviyelerine kadar çıkmış Lopez, itirazını
Anayasa Mahkemesine kadar götürse de mahkemenin cevabı ancak “anayasayı gömmek”
şeklinde yorumlanır biçimde verilmiş. Bunun üzerine AİHM’in Güney Amerika’da
benzeri olan Inter-American Human Rights Court Lopez’in seçilme hakkının iade
edilmesi kararı alınca Venezüella mahkemesi karara saygı göstererek “Lopez’in
seçimlere girmesine ancak, seçildiği takdirde görevi devralamayacağına”
hüküm vermiş.
STK’ların Yönetimi ve Devşirilmesi
Putin’in sivil
toplum kuruluşlarına (STK) el atma süreci, diğer gücü merkezileştirme
hamlelerinden daha gecikmiş olarak geldi. Ukrayna’daki Turuncu Devrim’in hemen
sonrasında 2006 yılında doğrudan sivil toplumu hedefleyen bir yasa çıkartıldı
ve tüm sivil toplum örgütlerinin her an denetlenmesi ve kapsamlı raporlama
altına alınması sağlandı; öyle ki basit yazım hataları veya istenen dışında
formatlama yapılması bile ağır yaptırımlara tabii tutuldu. [Rusya tarzı
şekilciliğin bu noktada hiç de küçümsenmemesi gerekir; iş yaparken bile iki
muhasebeci ile yapılabilecek işler Rusya’daki şekilcilik nedeniyle ancak
onlarca kişinin çalıştırıldığı muhasebe departmanları yolu ile yapılabilir.] Bu
yolla insan hakları ve ifade özgürlükleri alanlarında çalışan STK’lar bir anda
kendilerini vergi ve bina yapım yeterlilikleri gibi denetimlerle karşı karşıya
buldular. Bu amaçla da başvurulan en kullanışlı yöntem yangın denetimleri oldu.
[Rus bina yapım kurallarına göre işinizi dört dörtlük yaptığı sanrısına düştüğünüzde
yangın denetiminden geçemeyeceğinizi her zaman -biraz geç olarak- anlarsınız.]
Yurtdışı
bağlantıları nedeniyle özellikle aldıkları bağışlar Rus STK’ların kısa sürede
şeytanlaştırılmasına yol açtı. Konu STK’ları da aşıp özel üniversitelere kadar
uzandı. Örneğin St.Petersburg’un tarihi binalarından birisinde hizmet veren
Avrupa Üniversitesi –aslında dokunması dahi yasak olan binada- Rus yapım
kurallarına aykırılık nedeniyle kapatıldı. En büyük hatası aslında AB’den kabul
ettiği bağış miktarı idi. Sonucunda, tüm otoriter rejimler arasında Rusya,
yepyeni bir buluşla ortaya çıktı: GONGO’lar yani devletin yönettiği sivil
toplum kuruluşları (Government Operated Non-Governmental Organizations!).
Chavez
yönetimindeki Venezüella’da da durum farklı değildi. Referandumda seçmenleri
eğitme amacıyla kurulmuş Washington merkezli bir STK aldığı 53.400 dolarlık bir
bağış nedeniyle Chavez tarafından şeytanlaştırıldı. Ülkede istikrarı bozmaya
yönelik girişim olarak nitelenen örgütün saygınlığı Cahvez’in açtığı medya savaşı
ile ABD’nin uşağı oldukları gerekçesiyle yerle bir edildi.
Direniş Hareketlerinin Yapısı
Yirmi birinci yüzyılın
ilk yılları tek adamların sergiledikleri zorbalıklara karşı harekete geçen
gençlik hareketlerine sahne oldu. Sırbistan’da Otpor (Direniş) hareketi
Miloşeviç’i 2000 yılında alaşağı etti. Gürcistan Kmara (Yeter) hareketi 2003
yılında rejimi siyasi değişime zorlamayı bildi. Bir yıl sonra Ukrayna’da Pora
(Zamanı Geldi) hareketi yolsuzluk yapılan seçimlere karşı ayağa kalktı. 2007’de
Venezüella’daki öğrenci hareketleri Chavez’in otoriter gücüne karşı ilk kez başarı
kazandı, ve referandumla anayasanın daha da otoriter hale gelmesini engelledi.
Ve sonunda 2011 yılı Kuzey Afrika ve Ortadoğu pek çok diktatörün sonunu getiren
milyonların katıldığı eylemlere sahne oldu. .
Muhalifler ve
direnişçiler, otoriter rejimlerin meşruiyetlerini sağlamak için bir yasal
kurguya ihtiyaç duyduklarını bilirler ve bu yasal kurgular sanki
gerçekmişçesine hareket ederek rejimlerin vatandaşlarına çıkardıkları
güçlüklere taş koyabilirler. Aktivistler ve hukukçular, mahkemelerin
yolsuzlaşmasının ve politik yapının düzeleceğine ilişkin bir illüzyona
kapılmadan sabırla tuğla-tuğla örerek rejimin tüm tutarsızlıklarını açığa çıkarıp
küçük zaferler kazanıp sistemle mücadele etmeye devam ediyorlar.
Hak
savunucularına kimi zaman en büyük destekler idolleşmiş sanatçılardan
gelebiliyor. Moskova’da Khimki ormanından otoyol geçirilmesine direnenlere en
büyük desteği rock yıldızı Yuri Shevcuk vermişti. Hatta bu mücadeleyi Bono’nun
Moskova’da verdiği ilk konsere kadar taşıyarak uluslararası duyuruluşuna vesile
de olmuştu. Gençlik hareketlerinin önemini kavrayan Putin bunlarla (sokakla) baş
etmek için kendi gençlik örgütü Nashi’yi (Bizim) kurmakta gecikmedi. [Özelikle
tüm sokak hareketlerinin kökleri dışarıda Batı tarafından kışkırtılan oluşumlar
olarak şeytanlaştırılması binlerce gencin Nashi içinde toplanmasını sağlıyordu] 2005 yılında [Turuncu devrimlerin hemen
sonrasında] 50 binden fazla Nashi üyesi Başkan Putin’e destek için Mosokova sokaklarında
toplanınca, Turuncu Devrimlerden adının anılması bile bıçak gibi kesilmişti.
Ukrayna’da yaşananlardan esinlenecek herhangi birisi için verilen mesaj açıktı:
Sokaklara sahip olacağınızı düşünüyorsanız yanılırsınız; sokaklar bizimdir
(nashi).
Dünya genelinde direnişçi
gruplar CANVAS (Center for Applied NonVioletn Action and Strategies) gibi
Sırbistan’ın Miloşeviç’e karşı direnişinin tecrübelerini paylaşan örgütlerle iş
birliğine gitmişler. Öğrendikleri ilk
şey de “protesto hareketi ile direniş hareketi arasındaki fark olmuş. CANVAS’ın
yöneticilerinden Popovich’e göre “kendiliğinden
devrim diye bir şey yoktur. Kendiliğindenlik sizi sadece öldürtür.
Planladığınız sürece başarı şansınız artar.” Dünyadaki direniş
hareketlerinin yapısını inceleyen Bob Helvey de stratejik düşünmenin önemine
vurgu yaparak, “Hayat, örüntü analizinden
başka bir şey değildir. Planlama da örüntülerin analizinin içerir, her canlı
bir örüntüye göre yaşar” diyor ve ekliyor;
“yapmamız
gereken örüntüleri izlemek ve bir değişim fark ettiğimizde bunun ‘nedeni’ni
incelemektir.” Miloşeviç rejiminin yıkılmasının an meselesi olduğu 2000
yılında bazı Otpor üyeleri ile görüşmek üzere Budapeşte’ye giden Helvey, direnişin
nasıl yapılandığını ve liderinin kim olduğunu sorduğunda aldığı cevap çok
ilginçmiş: “Bir yapımız ya da liderimiz
yok!” Tüm ülkede eşzamanlı gösteriler devam ederken böyle bir şeyin mümkün
olmadığını bilen Helvey’e genç Sırplar “yani
herkesin öyle bilmesinde sakınca yok” yanıtını vermişler. Şiddet içermeyen
hareketlerin gücü yaratıcılıklarından geliyor ve Helvey’in gözlemine göre
Sırplar bu işe sanki bir askeri operasyon yürütürcesine disiplin ve
adanmışlıkla sahip çıkıyorlar. Belki daha da önemlisi rejimi sürekli meşgul
edip bir sonraki adımın ne olacağı konusunda meraka sürüklemek. Ona göre bir
hareketin başına öngörülebilir olmaktan daha tehlikeli bir şey gelemez.
Popovich bunu köpek balıkları analojisi ile açıklıyor: “köpek balıkları hayatta kalmak için sürekli hareket etmelidirler,
durduklarında ölürler ve köpekbalıkları sadece ileriye doğru hareket
edebilirler.” Direniş hareketine girişenler aralarında kayıpların olacağını
bilerek başlamalılar. “Direnişçiler
şiddete uğrayacak, tutuklanacak, arkadaşları ve ailelerine zarar verilecek.
Hatta kasıtlı olarak HIV’ye maruz bırakılabilecekler. Maldivler’de direnişçiler
kasten uyuşturucu bağımlısı haline getirilmişlerdi.” Sırp direnişçilerin kendilerine
özellikle işkence eden bir polis müdürüne yanıtları farklı olmuş.
Fotoğraflarını çekip posterleri yapılarak eşinin alışveriş yaptığı dükkânlara,
çocuğunun devam ettiği kreşe yapıştırılmış Posterleri görenler eşini arayıp
müdürün gençlerden ne istediğini sormaya başlamışlar. Miloseviç’in eşinin de sürekli
saçına beyaz çiçek taktığını bilen direnişçiler, yüzlerce hindinin başına beyaz
çiçekler koyup şehrin sokaklarına salmışlar. Polisin hindileri takip edip yakalarken
çekilen fotoğrafları hızla sosyal medyadan yayılmış.
Mısır’da bir türlü
örgütlenemeyen seküler ağırlıklı muhalefet partileri Mübarek’e karşı birleşmek
yerine birbirileri ile didişmeyi ön plana alınca, gençlik hareketleri de bu
muhalefeti daha çok işbirlikçi olarak değerlendirip kendi yollarını çizmişler. Mısır’daki
hareketler de özellikle Sırbistan’daki gençlik hareketleri rol model olarak almış.
Tahrir meydanındaki 18 günlük direnişin sonunda 11 Şubat 2011 Cuma günü Mısır
ordusu Mübarek’e verdiği desteği çektiğini açıkladığında, Mübarek’i, Mısır’ın
6000 yıllık tarihinde en uzun süre iktidarda kalan üçüncü lider yapan süreç de
sona eriyordu. Mısır’da o sırada anlatılan yaygın bir fıkra şöyleydi:
“Başkanlık seçiminden bir gün önce Mübarek’in yanına giden başbakan, “eminim ihtiyacınız olmayacaktır ama
ihtiyaten Mısır halkına bir veda konuşması da hazırlasanız” deyince Mübarek
şaşkın bir şekilde ‘Neden? Nereye
gidiyorlar ki?’ diye cevap vermiş.” Mübarek sonrası iktidarı devralan
askeri rejim aslında Mübarek’ten miras kalan 30 yıllık otoriter yönetim tarzını
aynen devam ettirmiş. Sıkıyönetimi sona erdirmeyi reddeden yeni rejim, delil
olmaksızın tutuklamalara, iddianame olmaksızın gözaltılara, grev ve gösteri
yasaklarına aynen devam etmiş.
Venezüella’da ise
Chavez’in 2007 yılında yapmak istediği kapsamlı anayasa değişikliğine karşı
örgütlenen öğrenciler yaratıcı direniş yollarına başvurmaya başlamış. Kimi
zaman üniversiteleri üzerlerine kaybedilen ve kaybedilecek sivil haklarının
yazılı olduğu mezar taşları ile donatmışlar, kimi zaman yolları kesip ancak
Chavez’in değiştirmek istediği anayasa maddelerinden bir tanesini bilenlerin
geçişine izin vermişler. Mizahı ön plana çıkaran göstericiler, kâinat güzelleri
ile ünlü Venezüella’nın gelecekteki kâinat güzelini tacını devretmeyen reddeden
yaşlı bir teyze olarak resmediyorlarmış. Chavez kendisinden önce görev almış partileri yolsuzluk,
becerisizlik kötü yönetim savları ile şeytanlaştırıp kendisine muhalefet eden
herkesi bu “eski” yönetimlerin devamı gösterdiğinden, öğrenciler işe bu eski
bagajı üstlenmeyerek başlamışlar. Zaten Chavez’in şeytanlaştırdığı dönemde
hemen hepsi çocukmuş. Bu nedenle Chavez’in kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı
politikalarına daha kapsayıcı yöntemlerle cevap verebilmeyi başarmışlar.
Chavez’i doğrudan kişisel olarak hedef almak yerine hükümeti hedef alıp ve
kişiler yerine “değerleri” öne çıkarmışlar. Chavez’le savaşmayı Mike Tyson ile
ile dövüşmeye benzeten öğrenci liderlerine göre “Mike Tyson’ı boks yaparak
yenemeyeceğiniz açık, eğer öldürülmek istemiyorsanız tabii. Ama onu satranç
masasına çekmeyi başarırsanız kazanma şansını yakalayabilirsiniz.”
[Zeynel Abidin’in
Tunus’taki 24 yıllık hükümranlığına son veren olaylar hiç beklenmedik bir anda
başlayacaktı.] 17 Aralık 2010 günü sürekli aşağılanma, hakir görülme ve ümitsiz
bir yaşam mücadelesi veren Muhammed Bouazizi için artık katlanılmaz boyuta
ulaşmıştı. O sabah, aracını Sidi Bouzid’deki pazar yerine yanaştıran Bouazizi’nin
satmak için getirdiği elmalardan bir kadın polis kendine ayırmak isteyince Bouazizi
bunu reddetti. Annesi ve çocuklarını kıt kanaat bu sattığı meyvelerle geçindiriyordu.
Bunun üzerine kadın polis tarafından coplandı ve tokatlandı. Yetişen diğer iki
polis onu yerlerde sürükleyip terazisine el koydular. Olay sonrasında
hıçkırıklara boğulan Bouazizi öğleden sonra kendisini belediye binasının önüne
attı. Üzerine döktüğü tineri ateşledi. Bouazizi 18 gün sonra tedavi gördüğü
hastanede öldüğünde, Tunus’un diktatörü de yolcu edilmişti. [Bouazizi’nin
yaktığı ateş kısa sürede Arap Baharı adı altında diğer Arap ülkelerine sıçramıştı.]
Profesyonel olarak
direniş hareketlerinde danışmanlık yapan CANVAS’ın öğretilerinin başında stratejik
şiddetsizlik geliyor. Yapılan bir araştırmaya göre 1900 ile 2006
yılları arasında gerçekleştirilen şiddet içermeyen direniş hareketlerinin %50’si
başarıya ulaşırken, şiddet içeren hareketlerin sadece %25’i başarılı olabilmiş.
Açık ki bir diktatörün kullanabileceği en önemli tekel, güç kullanımı. Bu
nedenle bu rejimlerle mücadeleyi onların istediği alandan çekip kapsamı geniş
ve aklın öne çıktığı alana doğru yönlendirmek gerekli.
Yirmi beşten
fazla dile çevrilen Diktatörlükten Demokrasiye (Dictatorship to Democracy) adlı
eserinde Gene Sharp bir diktatörü diken üstünde tutmanın jenerik bir analizini
yapıyor. Sharp diktatörlerin on yedi ortak zafiyet noktasını belirlemiş. Bunlar
arasında hızlı adapte olamayan rutin işleyiş, alt kademelerden elde edilen
bilgilerin rejim liderinden korkudan gerçeği yansıtmama durumu, ideolojinin
erozyona uğraması ve giderek verimsizleşen bürokratik yapı da bulunuyor. Pek
çok kişi şiddet içermeyen direniş kampanyalarını grevler ve protesto
yürüyüşleri olarak görülürken, Sharp, sahte cenaze törenlerinden, gökyüzüne
yazı yazmaya ve bankalardaki mevduatların çekilmesine kadar uzanan tam 198 farklı
yöntem belirlemiş.
Sonuçta dünyada
yaşanan olaylar gösteriyor ki, otoriterler birbirlerini ne kadar taklit edip
kendi yöntemlerini geliştirseler de, onlara karşı duranlar da o kadar geliştirebiliyorlar.
İnsan faktöründen daha fazla bir diktatörü korkutacak bir şey olmadığı açık.
Çeviri ve Özet
Ender Şenkaya
Mart 2025