World in my Viewfinder

21 Mart 2025 Cuma

Diktatörlerin Öğrenme Eğrisi

Yazar: William J.Dobson

İngilizce Adı: The Dictator's Learning Curve

Yazım Yılı: 2012


Otoriter rejimler iktidara nasıl gelip sürdürüler? Birbirlerinden nasıl öğrenirler? Hangi ortak yöntemleri kullanırlar ve onlara karşı direniş nasıl kurgulanır? William J.Dobson 2012 yılında yayınlanan kitabında Venezüella'dan Rusya'ya, Mısır'dan Çin'e kadar otoriter rejimleri ve onlara karşı yürütülen direniş hareketlerini yerinde gözlemler ve yaptığı söyleşilerle mercek altına alıyor. 
Tür:            İnceleme
Yayınevi:    Anchor Books
Baskı:         1.


Öne Çıkanlar:

...Dostlarım için her şey, düşmanlarıma ise hukuk....
Hugo Chavez


Foreign Affairs, Newsweek International ve Foreign Policy gibi dergilerde dış ilişkiler editörlüğünü üstlenmiş William J.Dobson, Rusya’dan, Venezüella’ya, Mısır’dan Çin’e kadar pek çok otoriter rejim altındaki ülkede, muhalifler, direniş grupları ve politikacılarla yirmi birinci yüzyılın hemen başında ve özellikle Turuncu devrimden Arap Baharı’na uzanan süreçte yaptığı mülakatları ve yerinde gözlemleri Diktatör’ün Öğrenme Eğrisi adlı eserinde toplamış. Kitap, otoriter rejimlerin karşılaştıkları direnişleri çözme yöntemleri ve birbirlerinin hatalarından nasıl ders çıkarıp rejimlerini sağlamlaştırdıklarını incelemesinin yanında, benzer şekilde direniş ve muhalefet hareketlerinin bu rejimlerle mücadelelerini birbirlerinden öğrenerek nasıl ilerlettikleri üzerine ilginç bulgular sunuyor.

Dobson’ın kitapta adı geçmeyen otoriter rejimler ve yöneticilerle benzerlik göstermesi muhtemel, bulguları ve yorumları tamamen tesadüfidir ve adı anılmayanlara ilişkin yapılacak genellemeler bunları yapanları bağlar. Biz sadece ana hatları ile Dobson’ın birinci elden tanıklıkları ve yerinde gözlemleriyle şekillenen ve otoriterliğin inşası ve yıkımı süreçlerine ilişkin değerlendirmelerini özetlemek istedik. Aşağıda yer alan hemen tüm görüşler yazara aittir ve sadece daha sistematik olarak anlaşılması için farklı başlıklar ve gruplamalar altında tasnif edilmiştir. Yazarın görüşlerine eklediğimiz yorumlar köşeli parantezler “[ ]” içine alınmıştır. 

 

Otoriterliğin Oluşum Süreci ve Meşruiyeti

[Yüzyıllardır otoriter rejimler ana hatları ile büyük yıkımlar, krizler ve toplumlarda travma yaratan gelişmeler sonrası şekilleniyor. Atina’da Sparta yenilgisi sonrası MÖ 404-403 yıllarında yaşanan kanlı Otuzlar oligarşisinden, on yedinci yüzyıl ortasında Cromwell’in Kral I.Charles’ın başını uçurup ülkeyi sürüklediği kaos ortamına kadar otoriterlik hep toplumun korkularını yönetme sanatı ile beraber ortaya çıktı.]

Boris Yeltsin’in ardından [neredeyse no-man’s-land haline gelmiş Rusya’da] yönetimi devralan Vladimir Putin, daha sonraları şu çarpıcı tespiti yapmaktan geri durmayacaktır: “Sovyetlerin dağılmasından pişmanlık duymayan kişi kalpsizdir; onu tekrar eski hali ile canlandırmak isteyense kafasız.” 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günleri Dresden’deki KGB istasyonundan izleyen Putin, duvarlara dayalı ayrışmaların sürdürülemez olduğunu ve bu tür süreçlerin geri döndürülmesinin mümkün olmadığını görüyordu. 

Günümüzün modern otoriterleri neredeyse demokratik sayılacak bir maske arkasına saklanmayı tercih ederler; bağlı oldukları anayasalar hemen tamamen güçler ayrılığı ilkelerini benimseyen metinlerdir. Bir örnek vermek gerekirse Rusya lideri Vladimir Putin gün be gün otoriterleşse de hiçbir zaman anayasaya aykırı hareket etme yolunu seçmemiştir. Elinde en büyük gücü tuttuğu zamanda bile Medvedev’e başkanlığı -görünürde de olsa- bırakıp sahne arkasına geçmeyi kabullenmiştir. [Her otoriter –gözü tamamen kararmamışsa- kendi meşruiyetinin kaynağı olan bir metni tamamen ortadan kaldırmaması gerektiğini bilir.]

Venezüella’da Chavez’in ortaya çıkışı da benzer bir kriz dönemi sonrasına denk geliyor. Ülkede reel olarak kişi başı gelirin yüzde 15 düştüğü 1973-1985 dönemi sonrasında yoksulluğun yüzde 150 artışı, enflasyonu ve işsizliği körüklemiş, ülkede artan tek şey [Rusya’da Yeltsin sonrasında olduğu gibi] suç oranları olmuş. 1998 yılı başkanlık seçimleri öncesinde yapılan bir araştırma, yoksulların yüzde 70’inin ve zenginlerin yüzde 84’ünün siyasi partilerin çözümden çok sorun yarattığına inandığını gösteriyormuş. İşte böyle bir ekonomik iklim ancak sistem dışından bir kişinin çözüm olarak ortaya çıkmasının önünü açmış, yani Hugo Chavez’in.

Demokratik seçimle iktidarı devralan Chavez, kendisini iktidara getiren yığınları diğerlerine karşı kutuplaştırarak sözde devrim sürecini başlatmış. Artık onu eleştiren ve karşısında durmaya çalışanların yaftaları da hazırmış: “hainler”, “suçlular”, “oligarklar”, “mafya” ve “ABD’nin uşakları”. Bugün [2011-12] Chavez, hükümetin tüm aparatlarını, silahlı kuvvetleri, devlet iştiraki petrol şirketlerini, radyo ve televizyon kanallarının büyük bölümünü ve özel sektörün uygun gördüğü bölümünü elinde tutmaktadır.

Mısır’da otoriter rejimlerin temeli 1952 yılında Cemal Nasır ve Özgür Subaylar hareketi Kral Faruk’u tahtından ettiklerinde atıldı. Süpürdükleri sadece monarşi değildi, onunla beraber sınırlı da olsa parlamenter sistem ve hangi tür kıyısından da olsa siyasi çoğulculuk varsa tamamı sona erdirildi. Kurdukları yeni sistem ve generallerin şekillendirdiği anayasa orduya dokunulmazlık ve denetimsizlik zırhı da getirmişti. Generaller krallarını 21 pare top atışı ile uğurladılar; tarihin gördüğü en “nazik” darbeyi yapmışlardı ve Mısır halkının bunda hiç dahli olmamıştı. [Nasır’dan sonra onunla beraber Faruk’u deviren subaylardan olan Enver Sedat döneminde baskıcı politikalar aratarak devam etti.] Sedat bin beş yüzden fazla siyasi tutukluyu, karşıtlarını ve aydınları, rejiminin simgesi haline gelen Tora Hapishanesinde tutuyordu. Sedat’a ordu tarafından düzenlenen suikastın ardından başa geçen Hüsnü Mübarek işe bu tutukluları salıvererek başladı. Mübarek ilk dönemlerinde [pek çok otokratın yaptığı gibi] demokrasinin geleceğin sigortası olduğu sloganıyla yola çıkmış, karar alma mekanizmalarını tekeline almayacağı garantilerini vermişti.

Otoriterliğin Sürdürülebilirliği

Rusya gibi geniş alanlara yayılan ülkelerde, bölgesel valiler kendilerine tahsis edilmiş alanları neredeyse kişisel fieflikleri olarak yönetirlerdi. Ancak, 2005 yılında Putin’in aldığı bir kararla, seçimle iş başına gelen valilerin yerine atanan valiler getirdi ve bütçelerini de Kremlin’in kontrolüne bağladı. Böylelikle valiler ve belediye başkanları da seçimlerde Kremlin için çıkacak oyları kendi başarıları ve popülerlikleri ile eş tutmaya başladılar.

Dobson’ın görüştüğü ve “komünizm ile putinismin farklarını” sorduğu Rusya muhalif liderlerinden Boris Nemtsov’a göre “…Putinsim çok daha akıllı çünkü derdi sizin kişisel özgürlük alanınız değil, politik haklarınız. Dilediğiniz yere seyahat edebilir isterseniz sığınmacı bile olabilir ve internette serbestçe dolaşabilirsiniz. Tek elde tutulan güç televizyonlardır zira en önemli ideolojik propaganda makinesi TV’dir.

Rusya’da yönetimin giderek merkezileşmesi hak arayan vatandaşları yönetimden uzaklaştırınca bulunan çözüm kamusal başvuru büroları oldu. Halk her sorununu bu bürolar vasıtası ile merkeze duyurmaya çalıştı. Bu bir tür halkın tepkilerini yatıştırma amacı için kullanılan mekanizmaya dönüştü. Çin ve Singapur örneklerinden yola çıkan Sergei Markov gibi Kremlin sözcülerine göre istikrarlı teknokrat hükümetler, demokrasilere nazaran daha hızlı ve etkin işleyen bir gelişme sürecini destekliyordu. Ancak, sayılar bunun aksini söylüyor; Doğu Asya kaplanlarını bir kenara koyduğunuzda kişi başına düşen büyüme oranları otokrat rejimlerde zayıf demokrasilerin bile %50 altında kalıyor. Güney Kore gibi ülkeler yirminci yüzyılın sonunda doğru imalat mallarının payını tüm ihracatları içinde %80’lere kadar çıkartırken, Rusya’nın hemen tek ihracat kalemi enerjiyle sınırlı kalıyordu. Rusya’da devlet, istihdamın neredeyse %40’ını sağlarken, Putin’in –anayasaya saygısı(!) nedeniyle- iki dönemi sonrasında başkanlığı devrettiği Dimitri Medvedev bir açıklamasında “Devletimiz en büyük işveren, en aktif yayıncı, en iyi yapımcı, kendi kendisinin yargıcı, kendisinin partisi ve sonunda da kendi kendisinin halkı. Böyle bir sistem tamamen verimsiz ve yolsuzluk dışında bir şey üretmiyor” diye itiraf ederken sanki [Thomas Hobbes’un 1651 yılında yazdığı Leviathan’ında işaret ettiği mutlak gücü tarif eder gibidir.]

Çin’de ise Komünist Parti’nin en önemli yeteneği “tarih üretimi” olmuştu. Kendi amaç ve çıkarlarına göre kişilerin ve olayların tarih yazımından çıkarılmasını sağlıyorlardı. [Orwel’in hayal etti Gerçek Bakanlığı Çin’de gerçekten vücut bulmuştu.] Çin Komünist Partisi’nin hiçbir zaman sadece liberal olmak adına liberalleşmeye çalışmak gibi yaklaşımı olmadı. Gorbachev ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden çıkardıkları en önemli ders asla demokratik reformlarla flört etmemek olmuştu. Ama Tiananmen meydanındaki olaylar Çin’de hiçbir şeyi değiştirmemiş değildi. Çin’in önde gelen kanaat önderlerinden Yu  Keping 2006 yılında yazdığı “Demokrasi İyi Bir Şeydir” adlı makalesinde “insanlar en iyi yeme-içme şartlarına, giyim kuşama ve barınama ile ulaşım şartlarına sahip olsalar da demokratik haklardan uzak olduklarında insan onuruna yakışır bir hayatın eksikliğini hissederler.” diyecekti. Yu artık binlerce yıl sonra ilk kez köy seçimleri yapılabildiğini, hukukun üstünlüğü kavramının anayasaya girdiğini, insanların hükümet aleyhine dava açabildiklerini ve bir idare hukukunun tesis edilmiş olmasını bu sürecin kazanımları olarak görüyor. Protesto hareketlerinin büyük bölümünün yolsuzluk ve hükümet görevlilerinin kötü muamelelerinden kaynaklandığını bilen parti, memurları yaygın bir rotasyonla ülkenin çeşitli bölgelerinde görevlendirerek liyakatlerini sınıyor. Diğer otoriter rejimlerde rastlanılan akrabalık ilişkilerinin tersine, sıkı rekabet koşulları yaratılarak hizmetin gelişmesi sağlanıyor. Çin Komünist Partisini bir tür hanedana benzeten Çinli uzmanlardan birisi, partinin ömrünün başında mı yoksa ortasında mı olduğu sorusuna, hanedanların ortalama ömrünün 270 yıl olduğu cevabını veriyor. Yani partinin kabaca 200 yıl kadar daha ömrü olacak.

Otoriterliğin sürdürülebilmesi genelde halkın düşman bir dış gücün varlığına inandırılması ile mümkündür; Venezüella’da Chavez buna iç düşmanları da eklemeyi başarıyor. Putin’in sergilediği dikkatlice çizilmiş istikrar politikalarının tersine Chavez, gücünü kaotik ortamdan ve kutuplaşmadan alıyor. Bu kaotik ortamda 1998’de olduğu gibi yeni anayasa süreçlerinin yönetilmesi de kolaylaşıyordu. Bu süreçte Chavez oyların sadece %53’ünü alarak parlamentoda sandalyelerin %93’ümü ele geçirdiği değişiklikleri zorlanmadan hayata geçirmişti; böylelikle başkanlık gücü de ezici şekilde artmıştı.  Örneğin seçim mühendisliği ile oluşturulmuş seçim bölgelerinden Chavez’in güçlü olduğu Amazonas’ta halk sadece 42.000 oyla parlamentoda bir sandalye kazanabilirken, muhalefetin ağırlıklı olduğu Zulia’da aynı sandalye için 708.000 seçmenin oy vermesi gerekiyordu.

Otoriterliğin en yalın hali ile iktidarda olduğu ülkelerden Malezya’da, Dr.Mahathir Mohamad başkanlığındaki hükümet 1981 yılından emekli olduğu 2003 yılında kadar iş başında kaldı. Mahatir’in UMNO partisi (United Malays National Organization) yirmi yılı aşan iktidarının son döneminde artık biraz da şakayla karışık Under Mahatir No Opposition (Mahatir’in Yöentiminde Muhalafet Yoktur) şeklinde anılmaya başlamıştı. Mahatir bu dönemde dünyada ırkçı ve anti-semitik politikaları ile ün salarken, ülkesinde Petronas Kuleleri ile sembolleşen büyük ekonomik kalkınmanın arkasına gizlenmiş, muhalif kişi ve örgütleri ezip geçen politikaları ile nam salmıştı. [Ekonomik refah ve onun çevresinde kümelenmiş çıkar gruplarının uzun süre baskıyı meşrulaştırabilme kabiliyeti hafife alınmamalı.]

Otoriter rejimlerin şansı ABD’deki Bush yönetiminin yürüttüğü Afganistan ve Irak savaşlarında başarısız olması ile dönüyordu. 2005 yılında Mısır’da Müslüman Kardeşlerin ve Filistin’de Hamas’ın zaferleri ile birleşince ABD artık Ortadoğu’ya demokrasi ihracı politikalarından tamamen vazgeçecek, otokrat olup olmadıklarına bakmaksızın kendisine istikrarlı müttefikler arayışına girecekti. Bu da özellikle Mübarek rejimine, reform isteyen muhaliflerine karşı şiddetli bir cevap verme imkânı tanıyacaktı. Yine de Mübarek eskiyen iktidarında bir reform çabasına girişmedi değil. Batı’da eğitim görmüş doktoralı oğlu Cemal Mübarek’i iktidar partisinin başına getirdi. Cemal’ın konuşmaları kulağa hoş gelen “reform”, “süreç”, ve “uzlaşı” gibi süslü kelimelerle doluydu. Hatta 2005 yılında Mübarek bir seçim kampanyası yaparak Mısırlılardan oy bile isteme lütfunda bulunmuştu. Malezya’da [ve dünyanın kalanında] olduğu gibi 2005-2008 yılları arasında yıllık %7.2’lik büyüme sağlayan Mısır ekonomisini Dünya Bankası bölgenin en hızlı büyüyen reformist ekonomisi olarak ilan etti. Dış yatırımlar 2009 yılında 7 milyar doları bulmuştu.  [Aslında dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan bu gelişme Mübarek’in köhne iktidarı için can suyu olmuştu.] Bu noktada Alexis de Tocqueville’in uyarısı hatırlara geliyor; “yolsuzluğa boğulmuş bir rejim için en tehlikeli an, kendisini reforme etmeye çalıştığı andır.” Mübarake bu durumuancak 2011 yılına kadar sürdürebildi. Mübarek’in ardından rejimi ele geçiren Mısır Ordusu, Cemal ve en yakın arkadaşlarının tüm mallarına el koydu.

Samuel Huntington’ın gözlemlediği gibi bir demokrasinin devam edip etmeyeceğinin kararını, karşılaştığı sorunların büyüklüğü ve onlar için önerdiği çözümlerden çok, demokratik rejimden yana olan muhalif liderlerin ülkelerinin karşılaştığı sorunlara yanıt vermekteki basiretsizlikleri belirliyor.  

Kurumsallaşan Yolsuzluk

Siyaset bilimciler her ne kadar bir ülkedeki yolsuzluk düzeyi ve o ülkenin gelişmişlik katsayısı arasında bir tunç yasası oluşturmamış olsalar da şeytan detaylarda gizlidir. Örneğin Dünya Bankası verileri Rusya ekonomisinin neredeyse yarısının bir tür yolsuzlukla ilişkili olduğunu söylüyor.2011 yılında Uluslararası Şeffaflık Örgütü verileri Rusya’yı 182 ülke arasında Bangladeş, Pakistan ve Suriye’nin bile altında 143. sırada gösteriyor. Bir örnek vermek gerekirse, bir Rus yolsuzlukla mücadele grubunun verilerine göre Rusya’da yeni yolların kilometre başına düşen maliyeti 237 milyon doları buluyor; ABD’de bu sayı yaklaşık 6 milyon dolar mertebesinde. [Çin’de geçen yıl açılan 2500 km uzunluğundaki otoyol 2.5 milyar dolara tamamlandı, yani kilometre başına sadece 1 milyon dolara. Dünya’da yolsuzluk sıralaması yapmak isteyenler çoğu zaman ülkelerdeki otoyol birim maliyetlerini kolaylıkla kullanabilirler.]

[Yolsuzluğun baş aktör haline gelmesinin temel göstergelerinden birisi de demokratik toplumların hemen hepsinde suç kabul edilen “çıkar çatışmalarının” özellikle otoriter ülkelerde umursanmaması ve hatta sıradan gösterilmesidir.] Rusya’da çevreci direniş grupları buna örnek olarak ulaştırma bakanı Igor Levitin’in aynı zamanda özel işletme olan Sheremetyovo Havaalanı’nın ve Aeroflot’un da direktörü olmasını gösteriyorlar.  

Ancak yolsuzluk konusunda pek az ülke Venezüella ile yarışabilir [2012]. Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Transparency International) verilerine göre ülke Laos ve Angola ile birlikte 178 ülke arasında 164.sıra ile açık ara dünyada yolsuzluğun en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyor.

Medya Hegemonyası

Putin’in otoriterleşme yönünde attığı ilk adımlardan birisi medyaya diz çöktürmek oldu. Putin öncesinde medyanın üç amiral gemisinden sadece birisi devlete aitti, Kremlin’in üçünü de kontrol altına alması sadece üç yıl sürdü. Aynı süreçte Kremlin’e bağlı gruplar tirajları en yüksek gazete ve dergileri satın almaya başladılar. Bugün [2010-2012], Rus devleti tüm medyanın %90 ile 93’ünü fiilen kontrol etmekte.

2010 yılı Rusya’da, Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre1999 yılından beri bir gazetecinin hedef alınmadığı ilk yıl oluşu ile öne çıktı. 2000’den kitabın yazıldığı tarihe kadar Rusya’da on dokuz gazeteci faili meçhul cinayetlere kurban gitti.

Venezüella’da ise cadena adı verilen bir yasa ile başkanın ulusa sesleniş konuşmalarının tüm radyo ve televizyon kanallarınca yayınlanması zorunluluğu getirilmişti. Hatta Chavez Pazar öğleden sonraları kendisi sunduğu Alo Başkan adında bir eğlence programı ile halkın karşısına çıkmayı adet haline getirmiş. Program sırasında bakanlarını sınava tabi tutup halkın önünde azarlamak ve bir defasında doğrudan canlı yayında azletmek gibi [son derece popülist] yöntemler kullanmaktan da çekinmiyor. [Ülkenin zengin petrol gelirlerinin ] bu yandaş medya imparatorluğuna akıtıldığı da bir gerçek. Bugün [2012] itibari ile hükümetin elinde altı televizyon kanalı, iki ulusal radyo kanalı, üç bin yerel radyo kanalı, üç basımevi ve yaygın bir internet ablukası bulunuyor. Tüm medyanın uyması gerekli kurallar da son derece açıklıktan uzak ve belirsizlikler içerecek şekilde düzenlenerek gerektiğinde eğilip bükülerek medyayı susturma aracı olarak kullanılabiliyor. Örneğin meclisten geçen bir yasada internet servis sağlayıcıların halkta “endişe ve huzursuzluk yaratabilecek” içerikleri yayınlaması yasaklanabiliyor. Sonuç, muhalif bir lider medyada ancak hakkındaki bir yolsuzluk dosyası gündeme geldiğinde yer alabiliyor.

Hukuk’un ve Yasama’nın Baskılanması

Venezüella’da Chavez için tek hukuk sloganı vardır: “Dostlarım için her şey, düşmanlarıma ise hukuk.” Gerçek doğalarını demokratik bir maskenin arkasına gizlemek isteyen rejimler için en elverişli silahlardan birisidir hukuk.

Rusya’da Duma’ya sunulan yasa önerileri neredeyse noktasına virgülüne dokunulmadan kanunlaşıyor. [Her otokrat için kendi ofisinden çıkan bir önerinin değişikliğe uğraması –kendisine faydalı bile olsa- bir zafiyet göstergesi olarak algılanma riski taşıyor ve rejimi sorgulanabilir hale getirdiğinden kabul edilemeyecek bir durum. ]

Venezüella da mevcut hukuk kaidelerinin kişilere göre eğilip büküldüğü ülkelerden birisi. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi hukuku uyguladığı için yargıç Alfuni’nin başına gelenler. Kambiyo kurallarına uymamak gibi ekonomik bir suçtan tutuklanan bir iş insanının tutukluluk hali yasada öngörülen en fazla iki yıllık süreyi aşıp üç yılı bulunca kefaletle tahliyesine karar veriyor, yargıç Alfuni. Daha önceden muhalif politikacıları desteklediğinden kendisini siyasi suçlu kabul eden iş insanı ise durumdan faydalanarak ülkeden derhal kaçıyor. Ancak yargıç Alfuni daha kaçış öncesinde kendisini kelepçelenmiş halde buluveriyor; kararından sadece on beş dakika sonra. Başsavcılık Alfuni hakkında, adaleti engellemek suçlamasıyla dava açıyor. Mevcut yasalara göre bu suçun cezası yedi yıl iken, [olayı muhaliflere destek olarak yorumlayan] Chavez’in baskısı ile istenen ceza otuz yıla çıkartılıyor. Artık Alfuni tanımı bile olmayan bir suçlama ile karşı karşıyadır: “ruhsal kirlilik”.

Chavez’in Venezüella yargı sisteminin bağımsızlığını hedef alması daha eskilere dayanıyor. 2004 yılında ulusal meclisin çıkarttığı yasa ile Yargıtay sadece kendi yandaşlarından oluşan yargıçlara devrediliyor. Bununla da yetinmeyen Chavez’e “Yargıtayın prestijini zedeleyen yargıçları” hemen değiştirme yetkisi de tanınıyor. [Sistem yavaş yavaş belirsiz ve kesin tariften uzak kurallar ile isteyenin istenilen şekilde yargılanıp istenilen süre mahkûm edileceği bir ceza makinesine evrilmiştir.]

Malezya’daki Mahatir rejiminin en etkin araçlarından birisi de İç Güvenlik Kararnamesi olmuş. Kararname Mahatir’e muhaliflerini herhangi bir iddianameye mahal olmaksızın sınırsız şekilde gözaltına alma yetkisini Mahatir sınırsızca kullanırken yargı başını sadece diğer tarafa çevirmekle yetinmişti. Rejim muhaliflerinden Anwar İbrahim, 1998 yılında cinsel tacizle suçlanmış ve sonunda “oğlancılık” suçlamasıyla hapse atılmıştı. Daha sonraları önemli bir Malezyalı işadamının ifade edeceği gibi, tarihte bu suçlama nedeniyle -hem de iki defa- hapsedilen tek kişi Anwar olacaktı. Anwar’a göre bu tür yargılama ve suçlamaların asıl hedefi kendisini sürekli meşgul etmekti. Üç yıla yaklaşan ikinci yargılamada, Anwar her gün öğleden sonra yani haftada beş kez öğleden sonra saat 4:00 ile 5:00 arasında mahkemeye imza vermek zorundaydı. Bu yöntemle Anwar’a muhaefet yapmak için ancak akşamları ve hafta sonları süre tanınmış oluyordu! Hapiste uzun süre geçiren Anwar’ın yanına, okuduğu Shakespeare ve Çin filozofları hakkındaki eserler ve “sabretmeyi” öğrenmek kar olarak kalmıştı. Otoriterliğe karşı yürütülen bu netameli süreç kısa süreli bir yarış değildi; Henrique Caprilles’in de ifadesiyle “önce yorulanın kaybedeceği” bir müsabakaydı.

Mısır’da ise Tahrir Meydanında Mübarek’i devirerek zafer kazanan kalabalıkları kötü bir sürpriz bekliyordu. Mısır ordusu derhal on binlerin siyasi haklarını kısıtlamak üzere en etkili silahı olan askeri mahkemeleri devreye aldı. Bir kişiye beş yıl mahkumiyet kararının alınması beş saati bile bulmuyordu. Suçlanan kişilerin yasal temsilcileri, dava evrakına erişi hakkı ve delilleri inceleme şansı bile bulunmuyordu. [Mısır direniş hareketi yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu.]

 

Seçimlerin Yönetimi ve Muhalefetin Bastırılması

Sovyetlerde seçimler genellikle %99 oy oranı ile partinin gösterdiği adayın zaferi ile sonuçlanırdı; bugün de Kremlin’in temsilcileri %70’lere ulaşıldıktan sonra sandıklarda oy sayımının devam etmesine gerek görmezler. Günümüzün modern diktatörleri,  şaibeli bir seçimi kazanmış görünmeyi seçimi doğrudan çalmış olmaya yeğ tutarlar. Bunu yapmak için kullandıkları önemli araçlardan birisi de -Rusya’da uygulandığı gibi- muhalif partileri yönetimden uzak tutacak %7’ler gibi yüksek mertebelere ulaşan seçim barajlarıdır.

Politika danışmanı Igor Minutsov Rusya’daki seçimleri “kuralsız savaşlar” olarak niteliyor; işinden çok kazanç sağlasa da bazı şeylerin sınırları olması gerektiğini düşünüyor: “Son yılların seçimleri yapılan sahtekarlıklar nedeniyle seçim olarak nitelenmekten çıktı” diyor, Minutsov. Bu nedenle de 2008 yılında yayınlanan kitabının adını “Suç ve Cezasızlık” olarak koymuş. 2009 yılında Yobloko partisi adına Duma seçimlerine adaylığını koyan Sergei Mitrokhin’in oy verdiği sandıkta kendisi dahil kimsenin Yobloko’ya oy vermediği açıklanmış.

Venezüella’da Chavez yönetimi ise seçimleri gücünü pekiştirmek için bir araç olarak kullanmaktan hiç çekinmiyor. Chavez iktidarının ilk on bir yılında halk, referandum, yerel seçimler, parlamento seçimleri vs adlar altında on üç kez sandığa gitmek durumunda kalmıştı. Venezüella’da neredeyse her yıl bir seçim mevsimi havasında geçiyordu. Bu durum, ülkeyi kutuplaştırarak yöneten bir başkan için çok elverişli şartlar sağlıyordu. Chavez’in sürekli seçimlerle halkı oyalayıp yönetimini derinleştirmesinin perde arkasında ise seçimlerin güvenliğinden sorumlu ve aldığı kararlara bir üst organda itiraz mümkün olmayan ülkenin seçim kurulunu ele geçirmiş olması yatıyordu. Bu seçim kurulunun sorumluluğunda 2009 yılı itibari ile kayıtlı olan 18 milyon seçmenin yüzde 40’ının adresi bile yoktu; bu da sistemi hayali oylar, birden çok oy kullanma gibi tespit edilmesi çok güç seçim hilelerine açık hale getiriyordu.

Venezüella’da seçmenlerin baskılandığı en kötü örneklerden birisi Chavez’in başkanlığına karşı yeniden referandum yapılması için toplanan 3 milyon imzayı verenlerin başlarına gelenlerdi. Chavez Ulusal Seçim Kurulu’ndan, bu imza sahiplerinin isimlerinin açıklanmasını istedi ve Web’de yayınlattı. Sonucunda Sağlık bakanı Capella bu yönde imza veren doktor ve hemşirelerin “terörist faaliyet” nedeniyle kovulacaklarını açıkladı, ulusal petrol firması imza veren işçilerinin işlerine son verdi. Hatta acil durumlarda hastaneye başvuran vatandaşlar bu listeye girmişlerse sağlık hizmetlerinden ya mahrum kaldılar ya da zorluklarla karşılaştılar.

Chavez’in seçimleri manipüle etmek için kullandığı bir diğer etkili yöntem de seçim kanunlarının sürekli muhalefet aleyhine çalışacak şekilde düzenler oluşu oldu. Yaratılan klonlanmış muhalefet partileri aracılığı ile gerçek muhalefetin sesi daha az duyulur hale getirilirken, en popüler muhalif adayların seçimlere girmeleri ya doğrudan engelleniyor ya da mahkeme kapılarında sürekli meşgul edilmeleri sağlanıp kampanya hattından uzaklaştırılıyorlardı. Bu sırada hükümet de fakir halka çamaşır makineleri ve buzdolapları dağıtılarak oy verme eğilimlerini kolaylıkla değiştiriyordu.

2007 yılında Chavez çıtayı bir kademe daha yükselterek kendisine daha da arttırılmış yetkiler tanıyan bir anayasaya referandumu teklifi ile geldi. Altmış dokuz yeni maddede, acil durum ilanı halinde tüm medyanın sansürlenmesi, kendi başkan yardımcılarınca yönetilecek yeni seçim bölgeleri oluşturulması gibi sıradışı önerilen yanında, kendisine ömür boyu başkanlık yolunu açacak olan başkanlık süreleri ile ilgili kısıtlamaları kaldıran da bir madde vardı. Chavez’in düzenlemek istediği şey sadece anayasa değildi artık; devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin temelden yeniden yapılandırılmasıydı. 

[Çağdaş dünyada bir seçimi gayrimeşru kılmanın önemli araçlarından olan boykot mekanizması da Chavez’in elinde avantaja dönüşmüştü.] 2005 yılında muhalefet liderleri ortak kararla seçime katılmama kararı alınca Chavez’i çok mutlu etmişler; O da parlamentonun 167 sandalyesinin tamamını kendi adaylarınca dolduruvermişti. [1917 Mart ayında devrilen çarlık rejimi sonrasında, Smolenski Ensititüsü’nde oluşturulan kurucu meclisi terk edip farklı bir yerde toplantılarına devam eden muhalefeti fırsat bilen Bolşevikler de tek oylamada iktidarı kendi partilerinin üzerine geçirmemişler miydi. Şekil biraz karışık da olsa şartlar olgundu. Tamdı. *] Ancak, 2008 yılında Chavez bir adım daha atarak siyasi yasak mekanizmasını devreye alınca, bir devlet murakıbı yayınladığı bir genelge ile mahkeme kararına gerek duyulmaksızın 400 kamu görevlisinin seçimlere katılmasına yasak getirebilmişti. Bunlardan siyasetin parlayan yıldızı Leopoldo Lopez, iki dönem son derece başarılı şekilde Chacao’nun belediye başkanlığını yürüttükten sonra Chavez’in risk radarına takılmış olduğundan yasaklı listesine en üst sıradan girmiş oluyordu. Yasak gelmesinden kısa bir süre önce aldığı oylar %65 seviyelerine kadar çıkmış Lopez, itirazını Anayasa Mahkemesine kadar götürse de mahkemenin cevabı ancak “anayasayı gömmek” şeklinde yorumlanır biçimde verilmiş. Bunun üzerine AİHM’in Güney Amerika’da benzeri olan Inter-American Human Rights Court Lopez’in seçilme hakkının iade edilmesi kararı alınca Venezüella mahkemesi karara saygı göstererek “Lopez’in seçimlere girmesine ancak, seçildiği takdirde görevi devralamayacağına” hüküm vermiş.

STK’ların Yönetimi ve Devşirilmesi

Putin’in sivil toplum kuruluşlarına (STK) el atma süreci, diğer gücü merkezileştirme hamlelerinden daha gecikmiş olarak geldi. Ukrayna’daki Turuncu Devrim’in hemen sonrasında 2006 yılında doğrudan sivil toplumu hedefleyen bir yasa çıkartıldı ve tüm sivil toplum örgütlerinin her an denetlenmesi ve kapsamlı raporlama altına alınması sağlandı; öyle ki basit yazım hataları veya istenen dışında formatlama yapılması bile ağır yaptırımlara tabii tutuldu. [Rusya tarzı şekilciliğin bu noktada hiç de küçümsenmemesi gerekir; iş yaparken bile iki muhasebeci ile yapılabilecek işler Rusya’daki şekilcilik nedeniyle ancak onlarca kişinin çalıştırıldığı muhasebe departmanları yolu ile yapılabilir.] Bu yolla insan hakları ve ifade özgürlükleri alanlarında çalışan STK’lar bir anda kendilerini vergi ve bina yapım yeterlilikleri gibi denetimlerle karşı karşıya buldular. Bu amaçla da başvurulan en kullanışlı yöntem yangın denetimleri oldu. [Rus bina yapım kurallarına göre işinizi dört dörtlük yaptığı sanrısına düştüğünüzde yangın denetiminden geçemeyeceğinizi her zaman -biraz geç olarak- anlarsınız.]

Yurtdışı bağlantıları nedeniyle özellikle aldıkları bağışlar Rus STK’ların kısa sürede şeytanlaştırılmasına yol açtı. Konu STK’ları da aşıp özel üniversitelere kadar uzandı. Örneğin St.Petersburg’un tarihi binalarından birisinde hizmet veren Avrupa Üniversitesi –aslında dokunması dahi yasak olan binada- Rus yapım kurallarına aykırılık nedeniyle kapatıldı. En büyük hatası aslında AB’den kabul ettiği bağış miktarı idi. Sonucunda, tüm otoriter rejimler arasında Rusya, yepyeni bir buluşla ortaya çıktı: GONGO’lar yani devletin yönettiği sivil toplum kuruluşları (Government Operated Non-Governmental Organizations!).

Chavez yönetimindeki Venezüella’da da durum farklı değildi. Referandumda seçmenleri eğitme amacıyla kurulmuş Washington merkezli bir STK aldığı 53.400 dolarlık bir bağış nedeniyle Chavez tarafından şeytanlaştırıldı. Ülkede istikrarı bozmaya yönelik girişim olarak nitelenen örgütün saygınlığı Cahvez’in açtığı medya savaşı ile ABD’nin uşağı oldukları gerekçesiyle yerle bir edildi.

 Direniş Hareketlerinin Yapısı

Yirmi birinci yüzyılın ilk yılları tek adamların sergiledikleri zorbalıklara karşı harekete geçen gençlik hareketlerine sahne oldu. Sırbistan’da Otpor (Direniş) hareketi Miloşeviç’i 2000 yılında alaşağı etti. Gürcistan Kmara (Yeter) hareketi 2003 yılında rejimi siyasi değişime zorlamayı bildi. Bir yıl sonra Ukrayna’da Pora (Zamanı Geldi) hareketi yolsuzluk yapılan seçimlere karşı ayağa kalktı. 2007’de Venezüella’daki öğrenci hareketleri Chavez’in otoriter gücüne karşı ilk kez başarı kazandı, ve referandumla anayasanın daha da otoriter hale gelmesini engelledi. Ve sonunda 2011 yılı Kuzey Afrika ve Ortadoğu pek çok diktatörün sonunu getiren milyonların katıldığı eylemlere sahne oldu. . 

Muhalifler ve direnişçiler, otoriter rejimlerin meşruiyetlerini sağlamak için bir yasal kurguya ihtiyaç duyduklarını bilirler ve bu yasal kurgular sanki gerçekmişçesine hareket ederek rejimlerin vatandaşlarına çıkardıkları güçlüklere taş koyabilirler. Aktivistler ve hukukçular, mahkemelerin yolsuzlaşmasının ve politik yapının düzeleceğine ilişkin bir illüzyona kapılmadan sabırla tuğla-tuğla örerek rejimin tüm tutarsızlıklarını açığa çıkarıp küçük zaferler kazanıp sistemle mücadele etmeye devam ediyorlar.

Hak savunucularına kimi zaman en büyük destekler idolleşmiş sanatçılardan gelebiliyor. Moskova’da Khimki ormanından otoyol geçirilmesine direnenlere en büyük desteği rock yıldızı Yuri Shevcuk vermişti. Hatta bu mücadeleyi Bono’nun Moskova’da verdiği ilk konsere kadar taşıyarak uluslararası duyuruluşuna vesile de olmuştu. Gençlik hareketlerinin önemini kavrayan Putin bunlarla (sokakla) baş etmek için kendi gençlik örgütü Nashi’yi (Bizim) kurmakta gecikmedi. [Özelikle tüm sokak hareketlerinin kökleri dışarıda Batı tarafından kışkırtılan oluşumlar olarak şeytanlaştırılması binlerce gencin Nashi içinde toplanmasını sağlıyordu]  2005 yılında [Turuncu devrimlerin hemen sonrasında] 50 binden fazla Nashi üyesi Başkan Putin’e destek için Mosokova sokaklarında toplanınca, Turuncu Devrimlerden adının anılması bile bıçak gibi kesilmişti. Ukrayna’da yaşananlardan esinlenecek herhangi birisi için verilen mesaj açıktı: Sokaklara sahip olacağınızı düşünüyorsanız yanılırsınız; sokaklar bizimdir (nashi). 

Dünya genelinde direnişçi gruplar CANVAS (Center for Applied NonVioletn Action and Strategies) gibi Sırbistan’ın Miloşeviç’e karşı direnişinin tecrübelerini paylaşan örgütlerle iş birliğine gitmişler.  Öğrendikleri ilk şey de “protesto hareketi ile direniş hareketi arasındaki fark olmuş. CANVAS’ın yöneticilerinden Popovich’e göre “kendiliğinden devrim diye bir şey yoktur. Kendiliğindenlik sizi sadece öldürtür. Planladığınız sürece başarı şansınız artar.” Dünyadaki direniş hareketlerinin yapısını inceleyen Bob Helvey de stratejik düşünmenin önemine vurgu yaparak, “Hayat, örüntü analizinden başka bir şey değildir. Planlama da örüntülerin analizinin içerir, her canlı bir örüntüye göre yaşar” diyor ve ekliyor;
 “yapmamız gereken örüntüleri izlemek ve bir değişim fark ettiğimizde bunun ‘nedeni’ni incelemektir.” Miloşeviç rejiminin yıkılmasının an meselesi olduğu 2000 yılında bazı Otpor üyeleri ile görüşmek üzere Budapeşte’ye giden Helvey, direnişin nasıl yapılandığını ve liderinin kim olduğunu sorduğunda aldığı cevap çok ilginçmiş: “Bir yapımız ya da liderimiz yok!” Tüm ülkede eşzamanlı gösteriler devam ederken böyle bir şeyin mümkün olmadığını bilen Helvey’e genç Sırplar “yani herkesin öyle bilmesinde sakınca yok” yanıtını vermişler. Şiddet içermeyen hareketlerin gücü yaratıcılıklarından geliyor ve Helvey’in gözlemine göre Sırplar bu işe sanki bir askeri operasyon yürütürcesine disiplin ve adanmışlıkla sahip çıkıyorlar. Belki daha da önemlisi rejimi sürekli meşgul edip bir sonraki adımın ne olacağı konusunda meraka sürüklemek. Ona göre bir hareketin başına öngörülebilir olmaktan daha tehlikeli bir şey gelemez. Popovich bunu köpek balıkları analojisi ile açıklıyor: “köpek balıkları hayatta kalmak için sürekli hareket etmelidirler, durduklarında ölürler ve köpekbalıkları sadece ileriye doğru hareket edebilirler.” Direniş hareketine girişenler aralarında kayıpların olacağını bilerek başlamalılar. “Direnişçiler şiddete uğrayacak, tutuklanacak, arkadaşları ve ailelerine zarar verilecek. Hatta kasıtlı olarak HIV’ye maruz bırakılabilecekler. Maldivler’de direnişçiler kasten uyuşturucu bağımlısı haline getirilmişlerdi.” Sırp direnişçilerin kendilerine özellikle işkence eden bir polis müdürüne yanıtları farklı olmuş. Fotoğraflarını çekip posterleri yapılarak eşinin alışveriş yaptığı dükkânlara, çocuğunun devam ettiği kreşe yapıştırılmış Posterleri görenler eşini arayıp müdürün gençlerden ne istediğini sormaya başlamışlar. Miloseviç’in eşinin de sürekli saçına beyaz çiçek taktığını bilen direnişçiler, yüzlerce hindinin başına beyaz çiçekler koyup şehrin sokaklarına salmışlar. Polisin hindileri takip edip yakalarken çekilen fotoğrafları hızla sosyal medyadan yayılmış.

Mısır’da bir türlü örgütlenemeyen seküler ağırlıklı muhalefet partileri Mübarek’e karşı birleşmek yerine birbirileri ile didişmeyi ön plana alınca, gençlik hareketleri de bu muhalefeti daha çok işbirlikçi olarak değerlendirip kendi yollarını çizmişler. Mısır’daki hareketler de özellikle Sırbistan’daki gençlik hareketleri rol model olarak almış. Tahrir meydanındaki 18 günlük direnişin sonunda 11 Şubat 2011 Cuma günü Mısır ordusu Mübarek’e verdiği desteği çektiğini açıkladığında, Mübarek’i, Mısır’ın 6000 yıllık tarihinde en uzun süre iktidarda kalan üçüncü lider yapan süreç de sona eriyordu. Mısır’da o sırada anlatılan yaygın bir fıkra şöyleydi: “Başkanlık seçiminden bir gün önce Mübarek’in yanına giden başbakan, “eminim ihtiyacınız olmayacaktır ama ihtiyaten Mısır halkına bir veda konuşması da hazırlasanız” deyince Mübarek şaşkın bir şekilde ‘Neden? Nereye gidiyorlar ki?’ diye cevap vermiş.” Mübarek sonrası iktidarı devralan askeri rejim aslında Mübarek’ten miras kalan 30 yıllık otoriter yönetim tarzını aynen devam ettirmiş. Sıkıyönetimi sona erdirmeyi reddeden yeni rejim, delil olmaksızın tutuklamalara, iddianame olmaksızın gözaltılara, grev ve gösteri yasaklarına aynen devam etmiş.

Venezüella’da ise Chavez’in 2007 yılında yapmak istediği kapsamlı anayasa değişikliğine karşı örgütlenen öğrenciler yaratıcı direniş yollarına başvurmaya başlamış. Kimi zaman üniversiteleri üzerlerine kaybedilen ve kaybedilecek sivil haklarının yazılı olduğu mezar taşları ile donatmışlar, kimi zaman yolları kesip ancak Chavez’in değiştirmek istediği anayasa maddelerinden bir tanesini bilenlerin geçişine izin vermişler. Mizahı ön plana çıkaran göstericiler, kâinat güzelleri ile ünlü Venezüella’nın gelecekteki kâinat güzelini tacını devretmeyen reddeden yaşlı bir teyze olarak resmediyorlarmış.  Chavez kendisinden önce görev almış partileri yolsuzluk, becerisizlik kötü yönetim savları ile şeytanlaştırıp kendisine muhalefet eden herkesi bu “eski” yönetimlerin devamı gösterdiğinden, öğrenciler işe bu eski bagajı üstlenmeyerek başlamışlar. Zaten Chavez’in şeytanlaştırdığı dönemde hemen hepsi çocukmuş. Bu nedenle Chavez’in kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı politikalarına daha kapsayıcı yöntemlerle cevap verebilmeyi başarmışlar. Chavez’i doğrudan kişisel olarak hedef almak yerine hükümeti hedef alıp ve kişiler yerine “değerleri” öne çıkarmışlar. Chavez’le savaşmayı Mike Tyson ile ile dövüşmeye benzeten öğrenci liderlerine göre “Mike Tyson’ı boks yaparak yenemeyeceğiniz açık, eğer öldürülmek istemiyorsanız tabii. Ama onu satranç masasına çekmeyi başarırsanız kazanma şansını yakalayabilirsiniz.”

[Zeynel Abidin’in Tunus’taki 24 yıllık hükümranlığına son veren olaylar hiç beklenmedik bir anda başlayacaktı.] 17 Aralık 2010 günü sürekli aşağılanma, hakir görülme ve ümitsiz bir yaşam mücadelesi veren Muhammed Bouazizi için artık katlanılmaz boyuta ulaşmıştı. O sabah, aracını Sidi Bouzid’deki pazar yerine yanaştıran Bouazizi’nin satmak için getirdiği elmalardan bir kadın polis kendine ayırmak isteyince Bouazizi bunu reddetti. Annesi ve çocuklarını kıt kanaat bu sattığı meyvelerle geçindiriyordu. Bunun üzerine kadın polis tarafından coplandı ve tokatlandı. Yetişen diğer iki polis onu yerlerde sürükleyip terazisine el koydular. Olay sonrasında hıçkırıklara boğulan Bouazizi öğleden sonra kendisini belediye binasının önüne attı. Üzerine döktüğü tineri ateşledi. Bouazizi 18 gün sonra tedavi gördüğü hastanede öldüğünde, Tunus’un diktatörü de yolcu edilmişti. [Bouazizi’nin yaktığı ateş kısa sürede Arap Baharı adı altında diğer Arap ülkelerine sıçramıştı.]

Profesyonel olarak direniş hareketlerinde danışmanlık yapan CANVAS’ın öğretilerinin başında stratejik şiddetsizlik geliyor. Yapılan bir araştırmaya göre 1900 ile 2006 yılları arasında gerçekleştirilen şiddet içermeyen direniş hareketlerinin %50’si başarıya ulaşırken, şiddet içeren hareketlerin sadece %25’i başarılı olabilmiş. Açık ki bir diktatörün kullanabileceği en önemli tekel, güç kullanımı. Bu nedenle bu rejimlerle mücadeleyi onların istediği alandan çekip kapsamı geniş ve aklın öne çıktığı alana doğru yönlendirmek gerekli.

Yirmi beşten fazla dile çevrilen Diktatörlükten Demokrasiye (Dictatorship to Democracy) adlı eserinde Gene Sharp bir diktatörü diken üstünde tutmanın jenerik bir analizini yapıyor. Sharp diktatörlerin on yedi ortak zafiyet noktasını belirlemiş. Bunlar arasında hızlı adapte olamayan rutin işleyiş, alt kademelerden elde edilen bilgilerin rejim liderinden korkudan gerçeği yansıtmama durumu, ideolojinin erozyona uğraması ve giderek verimsizleşen bürokratik yapı da bulunuyor. Pek çok kişi şiddet içermeyen direniş kampanyalarını grevler ve protesto yürüyüşleri olarak görülürken, Sharp, sahte cenaze törenlerinden, gökyüzüne yazı yazmaya ve bankalardaki mevduatların çekilmesine kadar uzanan tam 198 farklı yöntem belirlemiş.

Sonuçta dünyada yaşanan olaylar gösteriyor ki, otoriterler birbirlerini ne kadar taklit edip kendi yöntemlerini geliştirseler de, onlara karşı duranlar da o kadar geliştirebiliyorlar. İnsan faktöründen daha fazla bir diktatörü korkutacak bir şey olmadığı açık.

 

Çeviri ve Özet

Ender Şenkaya

Mart 2025

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (s.285)