World in my Viewfinder

8 Aralık 2023 Cuma

Avrupa'daki Ortadoğu: Finlandiya

Kısa süreli seyahat etme şansını yakaladığımız hemen her ülkede, birgün tekrar döndüğümüzde -olur ise- görmek üzere  bıraktığımız bir köşe-bucak mutlaka olurdu. Zaten bu köşede, pozitif ayrımcılık yaparak seyahat ettiğimiz yerlerin olumsuz yönlerine değinmeyi pek tercih etmeyiz. Ama bu tarzımızı son seyahatimizle beraber sona erdirmenin vakti geldi; bir daha geri dönmeyi istemeyeceğimiz ülkenin adı Finlandiya oldu. "Dünyanın en mutlu insanlarının” yaşadığı varsayılan bu ülkede mutluluğun sırrını ararken benmerkezciliğin sınırlarında bulduk kendimizi. 


Finlandiya ( 19 - 26 Eylül 2023)


Her sene -haftasonu kaçamakları dışında- yaptığımız daha uzun süreli (yani haftalık) seyahatimiz için bu yıl Finlandiya'yı tercih ettik. Tercih kelimesi lafın gelişi. Artık seyahat edeceğimiz yerleri en "uygun" bilet fiyatı ile, daha önce görmediğimiz bir ülkenin kesişim kümesi belirler oldu. Geçen yılki seyahatimizde tarifsiz güzel tatlar bırakan Norveç'ten sonra, bir diğer İskandinav ülkesini daha görecek olmak başlangıçta heyecan vericiydi ama Finlandiyalıların tatsızlıklarına daha gümrük kapısında başlayacaklarından habersizdik. 

Genelde Türk olarak seyahat etmek zordur, zira vize başvurusundan başlayarak, genetik kodlara işlenmiş bir önyargı ile karşılaşılması sıradandır. Bu önyargılar, zaten son dönemde belki Taliban yönetimindeki Afganlar ve ambargo altındaki İranlılar dışında, başka hiçbir ulusa gösterilmediğini düşündüğüm kadar ağırlaşmış durumda. Bizim gibi hasbel kader önceden alınmış bir vizeniz var ise, çıkarılacak zorluklar pasaport kontrolü ile başlar, yine de turistlere gösterilen hoşgörü ile çok da uzatılmazdı. Finlandiya pasaport polisi konuyu farklı bir boyuta taşıdı; pasaportların sayfa sayfa taranması, mikroskopla incelenmesi, diğer ülke giriş damgalarının kontrolü, dönüş biletlerinin sorgulanması, sonra pasaportun mikroskopla incelenmesi, parmak izlerinin alınması, yolculuk rotasının istenmesi, kalınacak her nokta için rezervasyon kontrolü, fotoğraf çekimi, sonra pasaportun mikroskopla incelenmesi gibi toplamda 25 -30 dakikayı bulan bir muameleye maruz kaldık; sanki Bingöller bölgesindeki göllerin tüm sularını biz içip kaçacağız. Pasaport kontrol sırasında arkamızdaki yolcular bizim muhakkak kırmızı bültenle arandığımızı düşünmüş olmalılar. Pasaport görevlisinin muayyen bir gününe denk gelmiş olduğumuzu varsaymak istedik ama, sanırız erkekti. Bizimle "vakit geçirerek" tatmin olduğundan "mutluluk endeksi"ne yeni bir kayıt eklemiş olmalıydı. 

Helsinki'de (19 Eylül)

Trenle Helsinki merkez istasyona ve oradan da tramvayla geceyi geçireceğimiz Batı limanında kiraladığımız daireye geçtik, daha doğrusu geçmeye teşebbüs ettik. Mutluluklarını boş zamanlarına borçlu oldukları anlaşılan Finliler, doğal olarak kiraladığımız dairede bizi hazır bekler halde değillerdi. Sağanak yağmur altında, binanın dışında bir direğe bağlanıp bırakılan kilitli bir kutudan anahtarı almamız, ve binaya girip daireye çıkmamız beklenirdi. Ancak kilit, ev sahibinin belirttiği şifre ile açılmadı, kendisine 40 dakika kadar sonra ulaşabildik. Meğerse kilidi zorlayarak açmamız gerekiyormuş! Neyse başka bir anahtarı levye olarak kullanarak kutunun içindeki ev anahtarını çıkarmayı başardığımızda, artık akşam olmuş ve şehirdeki tek gecemizin önemli bir kısmını kaybetmiştik bile. Ama önemli olan Finlilerin mutluluk endeksinin düşmemesiydi.

Pasaport kontrolünde ve eve girişte kaybettiğimiz zamana, bir de sağanak eklenince, tek geceye sığdırmak durumunda kaldığımız Helsinki maceramız sönük başladı. Yağmur hafifleyince tramvayla ile tekrar şehir merkezine geçip, Avrupa'nın kuzey doğusunun bu başkentinin en azından havasını tadalım istedik.

Helsingburg / Peterski

Milyonu bile bulmayan nüfusu ile Helsinki, tabiri caizse "tenha" bir kent. İş çıkış saatlerinde bile sokaklar neredeyse yürürken kimseye değmeyeceğiniz kadar boş. Dünyanın nüfus yoğunluğu en az ülkerinden birisinin başkenti olduğunu ilk bakışta size hissettiriyor. On yıl kadar öncesinde dünyanın en yaşanılır kenti seçilmesinin ardındaki kriter, sokaklarında kimseyi görmüyor oluşunuz olsa gerek; zaten kimseyi görmüyorsanız sizi rahatsız edecek birilerine rastlama olasılığınız da düşüyor: alın önemli bir "mutluluk" kriteri daha size. Aslında bugünkü nüfus, tarihi ile karşılaştırıldığında, patlama yapmış derecesinde yüksek gözüküyor. Önce Vikinglerin sonra doğal olarak İsveçlilerin hakimiyetinde olan şehirde 17-18. yüzyıllarda veba ve yangınlar nedeniyle toplam nüfusun 1700'lere kadar düştüğü dönemler olmuş. İsveç'in Rusya yenilgisinin ardından da tüm topraklar zaten 18.yüzyılda Rusların eline geçmiş ve 1917 tarihine kadar ülke Rusya'nın Finlandiya dükalığı olarak kalmış. Aslında daha çok İsveçcenin bir diyalekti olan Fin dili de, Rus hakimiyeti döneminde daha özgün bir kimliğe bürünmüş. 

Çar II. Alexander Senato Meydanı

Her ülkenin egemenliğinin sembolü olan parlamento binalarının önünü ve şehir merkezlerini genelde ülkenin "kurucu babalarının" heykelleri süsler. Finlilerin ise bir kurucu babası olmadığından ünlü Senato Meydanı'nı da sevdikleri Rus çarı II.Alexander'ın devasa bir anıtı ile taçlandırmışlar. Zaten egemenliklerini de büyük ölçüde Bolşeviklere ve Rus devriminin yarattığı boşluğa borçlu oldukları anlaşılıyor. Tüm ülkedeki Rus etkisinin en çok hissedildiği yerlerin başında Helsinki geliyor. Sokaklarında yürürken kendinizi St.Petersburg'da hissetmeniz oldukça mümkün; tamamen ortodoks etkisinde bir  neo-klasik  romantizmin dışavurumu hüküm sürüyor şehrin geneline hakim olan mimaride. Ancak 20.yüzyıl ortalarından sonra işlevselci akımın etkisinde daha modern mimari temalar işlenmeye başlamış. Senato Meydanında II.Alexander'a veda edip, Pazar Meydanı üzerinden liman yönüne ilerleyince deniz kıyısını kaplamış bir lunaparkı ve neon ışıklarını, bu neo-klasik yapılara kafa tutarcasına tüm promenadı kaplamış halde buluyoruz. Eylül ayı olduğundan mı yoksa kimse olmadığından mı bilinmez, lunapark çalışmıyor tabii. Mutlu Finlilerin neşelenmek için böyle yapay icatlara pek rağbet etmedikleri anlaşılıyor. Düşen yağmurun parke sokaklarında ışıldadığı ve şehrin ışıklarını katlayarak yansıttığı ıssız şehirde, içinde bir iki kişi olan bir İtalyan restoranı bulunca açlığımızı giderebiliyoruz. 

Promenade

Ertesi gün Finlandiya seyahatimize bir ara verip feribotla Tallin'e geçecerken telefonumuz çalıyor. Helsinki'de gecelediğimiz evin sahibi, bizim açamadığımız sevgili kilitli kutusunun şifresini değiştirmiş olduğumuzu ve bunu tazmin etmemiz gerektiğini ima eden bir şeyler söylüyor. Kendisine "kibarca" sağnak yağmur altında saatlerce kaldığından ve bizim de zaten sırılsıklam halde sevgili kutusuyla uğraşırken, böyle fantezilere ayıracak vaktimiz kalmadığını anlatınca, neyi ima ettiğimiz anlamış olarak talebini uzatmıyor. Mutluluk endeksi önemli tabii.

Finlandiya'da otel, ev vs konaklama için rezervasyon yaptığınızda dikkat etmeniz gereken en önemli konulardan birisi de çıkış yaparken YAPMANIZ beklenen temizlik konusu. Pek çok rezervasyonumuzu, sonradan küçük puntalarla yazıldığından geç farkettiğimiz, bu tür uyarılar nedeniyle iptal etmemiz gerekti. Mutlu Finliler otelden çıkarken nasıl temizlik yapacağınıza dair yönergelerini, kaldığınız mekanda bırakıyorlar. Sonradan temizliği beğenmezlerse, en az oda ücreti kadar bir bedeli talep edeceklerini de ekliyorlar. Değerlendirme kriterleri de basitçe, mutluluk endekslerini maksimize edecek yöntem hangisi ise o olsa gerek. 

Fırtınalı bir günde Baltık denizini Estonya yönünde katederken, feribotun üzerinden geçen dalgalar altında pek Viking özellikleri göstermeyen Finlilerle maceramız, bir sonraki gün devam edecek. Tallinn için belki ileride küçük bir şeyler karalama imkanı buluruz. 

Porvoo'da (21 Eylül)

Tallinn'de bir gece geçirdikten sonra yine feribotla dönüp, havaalanına geçerek aracımızı kiralayıp  o gün konaklayacağımız Porvoo'ya doğru yola çıkıyoruz. Finlandiya'nın daha çok endüstriyel olarak nitelendirilebilecek kavak ve kayın türlerinden oluşan ormanlık bölgelerinden geçerek, akşamüstü saatlerinde hedefimize, yani Hotel Onni'ye ulaşıyoruz. Yazılarımda ilk kez bir otel adını andığımı dikkatli okur farkedecektir ama bu otel sürreal özellikleri ile özel olarak anılmayı hak eden bir yer! Otel çalışanları biz gelmeden önce yoldan üç-dört kere arayıp kahvaltımızı nasıl alacağımızı, kaçta alcağımızı, çay mı kahve mi içeceğimizi , yumurtamızın nasıl olması gerektiğini sormaya başlayınca bir terslik olduğunu anlamaya başlamıştık aslında. Meğerse ertesi gün için hazırlandıkları bir "event" nedeniyle kahvaltımızı odamızda vermek istiyorlarmış, normalde ek olarak 35 Euro alacakları bu hizmet için bizden bir talepleri olamayacakmış! Küçük otel odalarında, dağınıklığı kontrol etmek kolay olmadığından yiyip içmeyi pek sevmem ama, bu duruma mecburen katlanacağımız anlaşıldığından ve Finlilerin mutluluğuna zeval gelmemesi için öneriyi kabulleniyoruz. 

Eski Porvoo

Otelimize Finlilerin tatillerinin başlama saati olan 17 sularında varmış olduğumuzdan doğal olarak (!) bizi karşılayacak kimseyi bulmak mümkün değil. Zaten üç odası olan bir kaç yüzyıllık ahşap yapıya, yine bir kutu içine gizlenmiş anahtarımızı bularak giriyoruz. Odamız küçük olsa da biraz fazla dekorasyondan boğulmuş halde. Yaklaşık 4 metrelik tavana doğru uzanan camları açmak için, sandalyenin üzerine çıkmanız gerekiyor. Anlaşılan pandemiye rağmen tül perdeler zarar görmesin diye pek açılıp havalandırdıkları yok. Çantalarımızı ünlü katedralin karşısında düşen otelimize bırakıp, Eski Porvoo'ya doğru, parke taşı döşeli yollardan iniyoruz. 

Eski Porvoo, Finlandiya'da tarihçesi ortaçağlara dayanan 6 kentten birisi. 17-18.yüzyıldan kalan nehir kıyısındaki ahşap binaları nedeniyle son dönemlerde turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Baltık Denizine kavuşan bulanık sulu nehir, akşam saatlerinde ayna etkisi ile güzel fotoğraflar sunmaya izin veriyor. Porvoo’nun nehir kıyısına dizilmiş ahşap kulübeleri de, soğuk, uzun ve beyaz kışa belki de bir başkaldırıyı simgelercesine tüm diğer kuzey ülkelerinde olduğu gibi kızıla boyanmış durumda; bedensel olarak olmasa da tinsel bir sıcaklığı yaymaya hizmet eder gibiler. Yeni Porvoo’da olmasa da Eski kentte yapılan yeni yapılarda da bu tarz devam ettirilmiş gözüküyor. Kasabanın içinden geçen nehir, Baltık Denizine açıldığından öte yandan da zorlu kış koşullarına karşı güvenli bir doğal marina oluşturmuş durumda. Nehir kıyısında gezinirken, beşli-onarlı gruplar halinde hemen hepsi benzer festival kıyafetleri içindeki gençlerin çeşitli oyunlar oynadıklarını görüyoruz. Önce bir festivalin içine düştük sanıyoruz ama merakımızı yenemeyip gençlere ne yaptıklarını sorduğumuzda, sadece okuldan çıktıklarını ve bu saatlerin sosyal oyunlar için ayrılmış bir zaman olduğu yanıtı ile şaşırıyoruz. Üzerlerindeki festival kıyafeti sandığımız giysiler ise okul üniformaları imiş. Yani özgürlükler ülkesinde, okullarda üniforma şartı var, her ne kadar üniformaya benzemese de. Dünyanın "en iyi eğitim" sistemine sahip ülkesinden bir kesiti hafızamıza kaydediyoruz. 

Eski ve Yeni

Nehir üstünde açık olan tek pub’da bira eşliğinde marketten aldığımız sandviçlerimizle akşam yemeğimizi hallediyoruz, zira burada yiyecek servisi yapılmıyor. Yorgunluğumuzu attıktan sonra, vitrinleri aydınlatılmış olsa da hepsi çoktan kapanmış olan hediyelik eşya, antika vb satılan küçük kulübelerin sıralandığı, tenha ortaçağ sokaklarından geçerek otelimize yollanıyoruz. 

Erken yatıp erken kalktığımızdan, yeni güne kahvaltı öncesinde yakınlardaki bir tepenin üzerinde olduğu söylenen kaleye doğru yürüyüşle başlıyoruz. Tepeye çıktığımızda bir kalenin temelleri olduğu iddia edilen bir kaç taş parçası karşılıyor bizi; Finlandiya açısından ciddi bir arkeolojik kalıntı sayılıyor anlaşılan. Tepede köpeklerini gezdirmeye gelenler ancak bizden izin aldıktan sonra tasmalarını çözüyorlar; özgürlükler ülkesinde bir kısıtlama daha !  O sırada telefonumuz çalıyor, otelimiz, kahvaltı hazır olduğunda bizi bulamadıkları için panik yapmış (!) Üzerimizde sıkı bir kontrol var. Odamıza döndüğümüzde kahvaltımızı ve şık bir şekilde hazırlanmış olarak, zor açılan penceremizin önündeki geniş denizlikte bizi bekler buluyoruz. Çayımız ve kahvemiz de demlikler içinde sunulmuş (niye bu detaya girdiğimi merak etmiş olabilirsiniz ama konu tam bunla ilgili). Sunum şık olduğu için, biz de bir fotoğrafını çekip kahvaltımızı ediyoruz. Otelden çıkmadan önce de, yine kimseyi göremediğimizden ve kaçıyor gibi olmamak için, otelin dehlizlerinde bir görevliyi zar zor bularak "hoşçakalın" deme şansımız oluyor.

Artık Bingöller olarak adlandırılan bölgeye doğru yollanma vakti geldi. İlk günü geçireceğimiz Rantasalmi’ye doğru hareket ediyoruz. Endüstriyel olanların doğallarına karıştığı Finlandiya ekonomisinin temel direği ormanlar arasında, keyifle yolculuk yaparken, yeniden telefonumuz çalıyor. Arayan çıkış yaptığımız Porvoo’daki otelimiz Onni tabii ki. Bizi özlediler mi diye düşünürken telefondaki ses, odamızdaki penceremizi açtığımızı (!?), pencerenin önüne kahverengi bir “sıvı” döktüğümüzü, pencere pervazının bu yüzden şişerek kırıldığını, odaya kötü bir koku yayıldığı için bu geceki rezervasyonu iptal etmek zorunda kalacaklarını bildiriyor. Nutkumuz tutulmuş halde hasarın fotoğraflarını istiyoruz. Fotoğraflardan önce 100 Euro’luk bir fatura geliyor. Sonrasında gelen fotoğraflar daha da şok edici; kapalı pencerenin dışına 3 metre yüksekten bir kahve demliği atılmış halde yerde yatıyor, duvarda demlikten sıçramış belki bir litrelik kahveden kaynaklanan bir leke oluşmuş durumda; kahvaltımızda  neredeyse tamamı içilmiş kahve için büyük bir performans doğrusu! Yani odaya yayılan kötü koku bu kahveden kaynaklıymış! İşin ilginci çektiğimiz fotoğrafla kıyasladığımızda yere atılmış olan demliğin bize sunulan kahvaltıdaki demlik olmadığı anlaşılıyor. Üşenilmeden, bir fatura çıkarmak için -hiçbir fedakarlıktan kaçınılmayarak- ciddi bir MİZANSEN hazırlanmış. Kendilerine yolladıkları faturayı “mizanseni hazırlayan her kimse” ona göndermelerini “kibarca” ifade ederek ve maalesef bu ülkede daha başımıza neler gelebileceğini düşünerek yolumuza devam ediyoruz. Finlilerin mutluluk endekslerine bugün için ilave katkı sağlayamadığımızdan ötürü üzgün olarak, haliyle. 

Bingöller Bölgesinde (23-25 Eylül)

Artık şehir-kasaba stresinden uzaklaşıp kendimizi kırsal dünyanın içine atma vakti geldi. Porvoo'dan çıktıktan sonra en manzaralı yollardan biri olarak gösterilen Lapperantaa üzerinden ulaştığımız Mikkeli yakınındaki Tertin Kartano çiftliği bunun için biçilmiş kaftan bir konaklama oldu. Daha girişte bizi karşılayan farklı şekillere bürünmüş devasa balkabakları, Halloween yortusu döneminde olduğumuzu hatırlatıyor. Çiftliğin son derece butik ve hemen tüm ürünleri kendileri tarafından yetiştirilen lokantasında güzel bir akşam yemeği hayal etsek de hevesimiz kursağımızda kalıyor; sadece kahvaltı ve öğle yemeklerinde açıklarmış. Finlandiya için şaşırtıcı değil. Göl kıyısında eskiden ahır olarak kullanıldıkları anlaşılan ama misafir evine dönüştürülmüş kulübemize yerleşiyoruz. Ama artık deneyimliyiz; hem girerken hem de çıkarken odanın detaylı fotoğraflarını çekeceğiz. Yıllardır seyahat eden ve sayısız otel, pansiyon, yurt vb yerlerde konaklamış bir çift olarak yeni alışkanlıklar edindik Finliler sayesinde! 

Tertin Kartano
Gün batmaya yakınken göl kıyısında yürüyüşe çıkıyoruz. Kayıklar artık karaya çekilmiş yaklaşan kışa hazırlanıyorlar. Çiftlik sahipleri konuklarına ayırdıkları bir elma ağacından lezzetli elmalar ikram ediyorlar. Burada huzurlu bir akşam geçirecekmişiz gibi gözüküyor. Lokanta kapalı olduğundan akşam yemeği için yakındaki ve Bingöller olarak adlandırılan bölgenin merkezinde yer alan Mikkeli kasabasını da görme şansımız oluyor. Taş bir katedralin etrafına kümelenmiş modern ve tipik bir 20.yüzyıl yerleşimi Mikkeli. Yiyecek olarak ise yine İtalyanlara başvurmamız gerekli. 

Bingöller Bölgesi

İlk kez misafirperverlikle karşılaşıp her nasılsa vukuatsız şekilde konakladığımız Tertin Kartano'dan bir sonraki rotamız olan Koli milli parkına doğru Savonlinna üzerinden yola düşüyoruz. Buzul çağı sonrası geri çekilen buzullardan ardında kalan, yıpranmış bir platoyu oluşturan Bingöller bölgesinin neredeyse %25'i su ile kaplı. Kaç göl olduğu ise halen tartışma konusu ve göl olarak neyi kastettiğinize göre değişkenlik gösteriyor. Wikipedia'ya göre, bir gölü, en dar yeri 200 metre olan su birikintisi olarak tanımlarsanız 55.000, 500 m2'den büyük su birikintisi olarak tanımlarsanız 187.888 göl bulunuyor bu bölgede. Göllerin üzerindeki adacıkların sayısı da hali ile oldukça yüksek; sadece en büyük göl olan Saimaa üzerinde 5484 adacık bulunuyor. Hani zorlasanız ülkede aile başı bir gölcük ya da adacık düşecek. Sonbaharın renklerini, kendini cimrice gösteren güneş altında, içimize çekerek ve genelde yağmur altında Koli Milli Parkına varıyoruz. 

Bingöllerde Sonbahar

Bingöller platosunda yol boyu ciddi coğrafi yükseltilere denk gelmiyorsunuz. Bu nedenle gölleri yukarıdan izleyebileceğiniz seyir noktaları da hayli sınırlı. Koli Milli Parkı ise 230 metreye ulaşan yüksekliği ile Rusya ile ortak adlandırılan Karelia bölgesinin en dikkate değer noktası. Eskiden köylülerin yakarak tarım arazisi açtıkları orman alanları, bu milli park ile koruma altına alınmış. Köylülere de hak vermemek elde değil; ekecek o kadar az toprak parçası var ki, hayatta kalmak için bu bir zorunluluk. Anlaşılan dış ticarette orman ürünlerinin tarım ürünlerine göre avantajlı oluşu ile bu sorun ekonomik yönden çözümlenmiş. Her ne de olsa dünya tarihi üretim ilişkileri ve geçim araçlarının paylaşımı üzerine kurulu.  Bir kayak sporları merkezi de olan tepedeki tesisler için fünükiler yapılmış. Bu noktadan 5-10 km arası değişen işaretlenmiş trek rotalarına ulaşılıyor. Yağmur altında 5-6 km'lik kısa bir rotayı tercih ediyoruz. Zirvede monolitik kayaçlar ile karşılaşınca buranın neden bir zamanlar paganlar tarafından kurban etme ritüelleri için kullanıldığı anlaşılıyor; gerçekten tabiat ananın bir anıtındayız. Rota boyunca Pielinen gölünün yüksek irtifadan manzaraları bize eşlik ediyor. Bu arada onlarca farklı ve türlü renkte mantarlar peyzajı tamamlıyorlar. Akşamüstü ıslak yürüyüşümüzü, girişte gördüğümüz kafede sonlandırmak istiyoruz. Tam oturduğumuz sırada görevli kadın parmaklarını sallayarak geliyor; saat daha 17 bile olmadığı halde kapatmışlar. Önemli olan Finlilerin mutluluğu diyerek oradan da üşümüş şekilde ayrılıyoruz. 

Koli Milli Parkı


Gece konaklayacağımız kulübe, Pielinen gölünün tam karşı kıyısında. Gölü güneyden katederek kararan hava ile ancak 19 sularında varabiliyoruz. İyi ki, iki katlı kulübenin alt katını, işleten aile kullanıyor, yoksa bu saatte (!) çalışan bir Finli bulmak bu Allah'ın unuttuğu köşede mümkün olamayacak. Yine de kapıyı açtırmak için oldukça uğraşıyoruz. İşletmeci hanımefendi yüzümüze "nereden çıktı bunlar" gibi bakarak, doldurmamız için önümüze çeşitli formlar koyuyor. Rusya sınırını geçtik de akşam karakola kayıt mı yaptırmamız gerekiyor diye düşünüyoruz bir an için. Formları okunaklı şekilde doldurmadığımızdan (!)  tekrar doldurmamız isteniyor. Nerede pasaport bile sormayan Norveç otelleri! Anahtarımız alıp odamıza çıkıyoruz. Çok sevimsiz bir oda olduğundan, yan odaya geçmek istediğimizde yine kötü bakışlar altında yeni anahtarı alıyor, bir önceki odanın yataklarını da kendimiz sırtlanıp tekrar kurarak odamızı hazırlıyoruz. Beş-altı odası olan göl kıyısındaki misafirhanenin (otel diyemiyorum) tek konukları biziz oysa. Yemek servisi de tabii ki yok. Ev sahibinin oğlu oldukça zorlanarak  depodan bir şişe şarap bulabiliyor. İyi ki mikrodalgada hazırlanacak yemekler almışız yanımıza. İsmi her iki ülkede de aynı olan Karelia bölgesinde Rus-Fin sınırının sadece harita üzerindeki bir çizgiden ibaret olduğu anlaşılıyor. Bütün gece durmaksızın yağan yağmur altında "bir Halloween ritüeline özne olabilir miyiz" düşüncesi ile uyumaya çalışıyoruz. 

Sabahın ilk ışıkları ile kalkıp, bölgenin diğer birkaç sakini ile birlikte sevimsiz kahvaltımızı ederek kulübemizden ayrılırken, ev sahibinin oğlundan -edindiğimiz yeni tecrübeler ışığında- odamızı teslim almasını istiyoruz. Neyse ki "bize güveniyor"muş. Bu da bir ilerlemedir neticede.
 
Sonbahardan kalanlar

Bu sefer rotamızı, Pielinen gölünün kuzeyinden, Mikkeli'ye ve oradan da yeniden kuzeye, Ranta Keurula'ya çevirerek Bingöller'deki seyahatimizi bir sekiz çizip tamamlamak üzere ayarlıyoruz. Hemen hepsi birbirinin kopyası yüzlerce göl üzerinden, tabii yine bir göl kıyısındaki Ranta Keurula çftliğine akşamüstü varıyoruz. Sezonun son misafiri olduğumuz için, iki katlı bir kulubenin tamamını bize ayırmışlar. Ranta Keurula atları, koyunları, kayıkhanesi ile harika bir çiftlik. Göl kıyısı günbatımı manzarası ise enfes. Kırsal bölgedeki son gecemiz için mükemmel bir seçim. Kötü Finlandiya hatıralarımızı telafi etme şansı bulduğumuz için de memnunuz. 


Son Gece Tampere'de (25 Eylül)

Artık memlekete dönüş vakti geldi. Helsinki havaalanına dönmeden önceki son gecemizi, tüm kuzey ülkelerinin nüfusu en yoğun şehri olan Tampere'de geçireceğiz. Finlandiya'da endüstri devrimi Tampere'de tekstil fabrikaları ile İskoç yatırımcı John Finlayson tarafından 19.yüzyılda başlatılmış. Bütün kent,endüstri devriminin sembolü ateş tuğlaları ve yüksek fırın bacaları ile sarmalanmış gibi. Bu kızıl doku, artık tamamen farklı işlevler için kullanılıyor olsa da, kente endüstrileşmenin soğukluğunu değil, bir miktar sıcaklığını yansıtıyor. Özellikle akşam olup kızıl tuğlaların arasından çevreye yayılan sarı sıcak ışıklar insanın içini ısıtıyor. Emek yoğun bir işçi kenti olan Tampere, bu hali ile diğer Fin şehirlerinden ayrışıyor. Lenin bile,   1905 yılındaki Sosyal Demokrat Emek Partisi konferansını, o zamanlar Rus toprağı olan bu işçi kentinde gerçekleştirmiş. Bu hali ile kuzeyin en politik yerleşim yerlerinden biri olmuş. Şehrin meydanı da diğer gördüğümüz kentlere göre oldukça kalabalık sayılır. Çok sayıda restoran ve kafenin insanlarla dolu olduğunu görmek bizi şaşırtıyor; özellikle de hemen tamamı kültürel amaçlarla kullanılan eski fabrika binalarından taşan genç bir enerji sokaklara doğru akarken. 

Tampere’nin Işıkları

Ertesi sabah, Tampere'den Helsinki havaalanına, yol üzerindeki Hämeenlinna kentinden geçerek ulaşmayı tercih ediyoruz. Böylece son günümüzü Finlandiya'nın en tarihi bölgesi olan Tavastia'nın en önemli ortaçağ kentini görerek değerlendirmiş oluyoruz. Bugün çok tanınmış olmasa da, hala iyi durumda korunmuş olan bir ortaçağ kalesini de barındıran Hämeenlinna, 19.yüzyıla kadar Finlandiya'nın en önemli kentlerinden birisi olma ünvanını korumuş. Diğer bir önemi ise, ünlü Fin besteci Jean Sibelius'un doğum yeri olması. 

Hämeenlinna‘da Ortaçağdan Kalanlar

Böylelikle çok farklı duygular eşliğinde “en”ler ülkesi Finlandiya'nın güneyini kapsayan seyahatimiz tamamlanırken, kafamızda ise bu mutluluk endekslerini hazırlayanların, bu tür öznel değerlendirmeler yapıldığında "ne pahasına?" sorusunu neden araştırmadıkları gibi ,"deli" sorular kalıyor.

Ender Şenkaya

Kasım 2023