Finlandiya ( 19 - 26 Eylül 2023)
Her sene -haftasonu kaçamakları dışında- yaptığımız daha uzun süreli (yani
haftalık) seyahatimiz için bu yıl Finlandiya'yı tercih ettik. Tercih
kelimesi lafın gelişi. Artık seyahat edeceğimiz yerleri en "uygun" bilet
fiyatı ile, daha önce görmediğimiz bir ülkenin kesişim kümesi belirler oldu.
Geçen yılki seyahatimizde tarifsiz güzel tatlar bırakan Norveç'ten sonra, bir
diğer İskandinav ülkesini daha görecek olmak başlangıçta heyecan vericiydi
ama Finlandiyalıların tatsızlıklarına daha gümrük kapısında
başlayacaklarından habersizdik.
Genelde Türk olarak seyahat etmek zordur, zira vize başvurusundan
başlayarak, genetik kodlara işlenmiş bir önyargı ile karşılaşılması
sıradandır. Bu önyargılar, zaten son dönemde belki Taliban yönetimindeki
Afganlar ve ambargo altındaki İranlılar dışında, başka hiçbir ulusa
gösterilmediğini düşündüğüm kadar ağırlaşmış durumda. Bizim gibi hasbel
kader önceden alınmış bir vizeniz var ise, çıkarılacak zorluklar pasaport
kontrolü ile başlar, yine de turistlere gösterilen hoşgörü ile çok da
uzatılmazdı. Finlandiya pasaport polisi konuyu farklı bir boyuta taşıdı;
pasaportların sayfa sayfa taranması, mikroskopla incelenmesi, diğer ülke
giriş damgalarının kontrolü, dönüş biletlerinin sorgulanması, sonra
pasaportun mikroskopla incelenmesi, parmak izlerinin alınması, yolculuk
rotasının istenmesi, kalınacak her nokta için rezervasyon kontrolü, fotoğraf
çekimi, sonra pasaportun mikroskopla incelenmesi gibi toplamda 25 -30
dakikayı bulan bir muameleye maruz kaldık; sanki Bingöller bölgesindeki
göllerin tüm sularını biz içip kaçacağız. Pasaport kontrol sırasında
arkamızdaki yolcular bizim muhakkak kırmızı bültenle arandığımızı düşünmüş
olmalılar. Pasaport görevlisinin muayyen bir gününe denk gelmiş olduğumuzu
varsaymak istedik ama, sanırız erkekti. Bizimle "vakit geçirerek" tatmin
olduğundan "mutluluk endeksi"ne yeni bir kayıt eklemiş
olmalıydı.
Helsinki'de (19 Eylül)
Trenle Helsinki merkez istasyona ve oradan da tramvayla geceyi
geçireceğimiz Batı limanında kiraladığımız daireye geçtik, daha doğrusu
geçmeye teşebbüs ettik. Mutluluklarını boş zamanlarına borçlu oldukları
anlaşılan Finliler, doğal olarak kiraladığımız dairede bizi hazır bekler
halde değillerdi. Sağanak yağmur altında, binanın dışında bir direğe bağlanıp
bırakılan kilitli bir kutudan anahtarı almamız, ve binaya girip daireye
çıkmamız beklenirdi. Ancak kilit, ev sahibinin belirttiği şifre ile
açılmadı, kendisine 40 dakika kadar sonra ulaşabildik. Meğerse kilidi
zorlayarak açmamız gerekiyormuş! Neyse başka bir anahtarı levye olarak
kullanarak kutunun içindeki ev anahtarını çıkarmayı başardığımızda, artık akşam olmuş ve şehirdeki tek gecemizin önemli bir kısmını kaybetmiştik
bile. Ama önemli olan Finlilerin mutluluk endeksinin düşmemesiydi.
Pasaport kontrolünde ve eve girişte kaybettiğimiz zamana, bir de sağanak
eklenince, tek geceye sığdırmak durumunda kaldığımız Helsinki maceramız sönük
başladı. Yağmur hafifleyince tramvayla ile tekrar şehir merkezine geçip,
Avrupa'nın kuzey doğusunun bu başkentinin en azından havasını tadalım
istedik.
Milyonu bile bulmayan nüfusu ile Helsinki, tabiri caizse "tenha" bir kent.
İş çıkış saatlerinde bile sokaklar neredeyse yürürken kimseye değmeyeceğiniz
kadar boş. Dünyanın nüfus yoğunluğu en az ülkerinden birisinin başkenti
olduğunu ilk bakışta size hissettiriyor. On yıl kadar öncesinde dünyanın en
yaşanılır kenti seçilmesinin ardındaki kriter, sokaklarında kimseyi görmüyor
oluşunuz olsa gerek; zaten kimseyi görmüyorsanız sizi rahatsız edecek
birilerine rastlama olasılığınız da düşüyor: alın önemli bir "mutluluk"
kriteri daha size. Aslında bugünkü nüfus, tarihi ile karşılaştırıldığında, patlama yapmış derecesinde yüksek gözüküyor. Önce Vikinglerin sonra doğal
olarak İsveçlilerin hakimiyetinde olan şehirde 17-18. yüzyıllarda veba ve
yangınlar nedeniyle toplam nüfusun 1700'lere kadar düştüğü dönemler olmuş.
İsveç'in Rusya yenilgisinin ardından da tüm topraklar zaten 18.yüzyılda
Rusların eline geçmiş ve 1917 tarihine kadar ülke Rusya'nın Finlandiya
dükalığı olarak kalmış. Aslında daha çok İsveçcenin bir diyalekti olan Fin
dili de, Rus hakimiyeti döneminde daha özgün bir kimliğe
bürünmüş.
Her ülkenin egemenliğinin sembolü olan parlamento binalarının önünü ve
şehir merkezlerini genelde ülkenin "kurucu babalarının" heykelleri süsler.
Finlilerin ise bir kurucu babası olmadığından ünlü Senato Meydanı'nı da
sevdikleri Rus çarı II.Alexander'ın devasa bir anıtı ile taçlandırmışlar.
Zaten egemenliklerini de büyük ölçüde Bolşeviklere ve Rus devriminin
yarattığı boşluğa borçlu oldukları anlaşılıyor. Tüm ülkedeki Rus etkisinin
en çok hissedildiği yerlerin başında Helsinki geliyor. Sokaklarında yürürken
kendinizi St.Petersburg'da hissetmeniz oldukça mümkün; tamamen ortodoks
etkisinde bir neo-klasik romantizmin dışavurumu hüküm sürüyor
şehrin geneline hakim olan mimaride. Ancak 20.yüzyıl ortalarından sonra
işlevselci akımın etkisinde daha modern mimari temalar işlenmeye
başlamış. Senato Meydanında II.Alexander'a veda edip, Pazar Meydanı üzerinden liman
yönüne ilerleyince deniz kıyısını kaplamış bir lunaparkı ve neon ışıklarını,
bu neo-klasik yapılara kafa tutarcasına tüm promenadı kaplamış halde
buluyoruz. Eylül ayı olduğundan mı yoksa kimse olmadığından mı bilinmez,
lunapark çalışmıyor tabii. Mutlu Finlilerin neşelenmek için böyle yapay
icatlara pek rağbet etmedikleri anlaşılıyor. Düşen yağmurun parke sokaklarında ışıldadığı ve şehrin ışıklarını
katlayarak yansıttığı ıssız şehirde, içinde bir iki kişi olan bir İtalyan
restoranı bulunca açlığımızı giderebiliyoruz.
Ertesi gün Finlandiya seyahatimize bir ara verip feribotla Tallin'e
geçecerken telefonumuz çalıyor. Helsinki'de gecelediğimiz evin sahibi, bizim
açamadığımız sevgili kilitli kutusunun şifresini değiştirmiş olduğumuzu ve bunu
tazmin etmemiz gerektiğini ima eden bir şeyler söylüyor. Kendisine "kibarca"
sağnak yağmur altında saatlerce kaldığından ve bizim de zaten sırılsıklam
halde sevgili kutusuyla uğraşırken, böyle fantezilere ayıracak vaktimiz
kalmadığını anlatınca, neyi ima ettiğimiz anlamış olarak talebini uzatmıyor.
Mutluluk endeksi önemli tabii.
Finlandiya'da otel, ev vs konaklama için rezervasyon yaptığınızda dikkat
etmeniz gereken en önemli konulardan birisi de çıkış yaparken YAPMANIZ
beklenen temizlik konusu. Pek çok rezervasyonumuzu, sonradan küçük puntalarla
yazıldığından geç farkettiğimiz, bu tür uyarılar nedeniyle iptal etmemiz
gerekti. Mutlu Finliler otelden çıkarken nasıl temizlik yapacağınıza dair
yönergelerini, kaldığınız mekanda bırakıyorlar. Sonradan temizliği
beğenmezlerse, en az oda ücreti kadar bir bedeli talep edeceklerini de
ekliyorlar. Değerlendirme kriterleri de basitçe, mutluluk endekslerini
maksimize edecek yöntem hangisi ise o olsa gerek.
Fırtınalı bir günde Baltık denizini Estonya yönünde katederken, feribotun
üzerinden geçen dalgalar altında pek Viking özellikleri göstermeyen
Finlilerle maceramız, bir sonraki gün devam edecek. Tallinn için belki
ileride küçük bir şeyler karalama imkanı buluruz.
Porvoo'da (21 Eylül)
Tallinn'de bir gece geçirdikten sonra yine feribotla dönüp, havaalanına
geçerek aracımızı kiralayıp o gün konaklayacağımız Porvoo'ya doğru
yola çıkıyoruz. Finlandiya'nın daha çok endüstriyel olarak
nitelendirilebilecek kavak ve kayın türlerinden oluşan ormanlık
bölgelerinden geçerek, akşamüstü saatlerinde hedefimize, yani Hotel Onni'ye
ulaşıyoruz. Yazılarımda ilk kez bir otel adını andığımı dikkatli okur
farkedecektir ama bu otel sürreal özellikleri ile özel olarak anılmayı hak
eden bir yer! Otel çalışanları biz gelmeden önce yoldan üç-dört kere arayıp kahvaltımızı
nasıl alacağımızı, kaçta alcağımızı, çay mı kahve mi içeceğimizi ,
yumurtamızın nasıl olması gerektiğini sormaya başlayınca bir terslik olduğunu
anlamaya başlamıştık aslında. Meğerse ertesi gün için hazırlandıkları bir
"event" nedeniyle kahvaltımızı odamızda vermek istiyorlarmış, normalde ek
olarak 35 Euro alacakları bu hizmet için bizden bir talepleri olamayacakmış!
Küçük otel odalarında, dağınıklığı kontrol etmek kolay olmadığından yiyip
içmeyi pek sevmem ama, bu duruma mecburen katlanacağımız anlaşıldığından ve
Finlilerin mutluluğuna zeval gelmemesi için öneriyi kabulleniyoruz.
Otelimize Finlilerin tatillerinin başlama saati olan 17 sularında varmış
olduğumuzdan doğal olarak (!) bizi karşılayacak kimseyi bulmak mümkün değil. Zaten üç odası olan bir kaç yüzyıllık ahşap
yapıya, yine bir kutu içine gizlenmiş anahtarımızı bularak giriyoruz. Odamız
küçük olsa da biraz fazla dekorasyondan boğulmuş halde. Yaklaşık 4 metrelik
tavana doğru uzanan camları açmak için, sandalyenin üzerine çıkmanız
gerekiyor. Anlaşılan pandemiye rağmen tül perdeler zarar görmesin diye pek
açılıp havalandırdıkları yok. Çantalarımızı ünlü katedralin karşısında düşen
otelimize bırakıp, Eski Porvoo'ya doğru, parke taşı döşeli yollardan
iniyoruz.
Eski Porvoo, Finlandiya'da tarihçesi ortaçağlara dayanan 6 kentten
birisi. 17-18.yüzyıldan kalan nehir kıyısındaki ahşap binaları nedeniyle son
dönemlerde turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Baltık Denizine kavuşan
bulanık sulu nehir, akşam saatlerinde ayna etkisi ile güzel fotoğraflar
sunmaya izin veriyor. Porvoo’nun nehir kıyısına dizilmiş ahşap kulübeleri
de, soğuk, uzun ve beyaz kışa belki de bir başkaldırıyı simgelercesine tüm diğer kuzey ülkelerinde olduğu gibi kızıla boyanmış durumda;
bedensel olarak olmasa da tinsel bir sıcaklığı yaymaya hizmet eder gibiler.
Yeni Porvoo’da olmasa da Eski kentte yapılan yeni yapılarda da bu tarz devam
ettirilmiş gözüküyor. Kasabanın içinden geçen nehir, Baltık Denizine
açıldığından öte yandan da zorlu kış koşullarına karşı güvenli bir doğal
marina oluşturmuş durumda. Nehir kıyısında gezinirken, beşli-onarlı gruplar
halinde hemen hepsi benzer festival kıyafetleri içindeki gençlerin çeşitli
oyunlar oynadıklarını görüyoruz. Önce bir festivalin içine düştük sanıyoruz
ama merakımızı yenemeyip gençlere ne yaptıklarını sorduğumuzda, sadece
okuldan çıktıklarını ve bu saatlerin sosyal oyunlar için ayrılmış bir zaman
olduğu yanıtı ile şaşırıyoruz. Üzerlerindeki festival kıyafeti sandığımız
giysiler ise okul üniformaları imiş. Yani özgürlükler ülkesinde, okullarda
üniforma şartı var, her ne kadar üniformaya benzemese de. Dünyanın "en iyi
eğitim" sistemine sahip ülkesinden bir kesiti hafızamıza
kaydediyoruz.
Nehir üstünde açık olan tek pub’da bira eşliğinde marketten aldığımız
sandviçlerimizle akşam yemeğimizi hallediyoruz, zira burada yiyecek servisi
yapılmıyor. Yorgunluğumuzu attıktan sonra, vitrinleri aydınlatılmış olsa da
hepsi çoktan kapanmış olan hediyelik eşya, antika vb satılan küçük
kulübelerin sıralandığı, tenha ortaçağ sokaklarından geçerek otelimize
yollanıyoruz.
Erken yatıp erken kalktığımızdan, yeni güne kahvaltı öncesinde yakınlardaki
bir tepenin üzerinde olduğu söylenen kaleye doğru yürüyüşle başlıyoruz.
Tepeye çıktığımızda bir kalenin temelleri olduğu iddia edilen bir kaç taş
parçası karşılıyor bizi; Finlandiya açısından ciddi bir arkeolojik kalıntı
sayılıyor anlaşılan. Tepede köpeklerini gezdirmeye gelenler ancak bizden
izin aldıktan sonra tasmalarını çözüyorlar; özgürlükler ülkesinde bir
kısıtlama daha ! O sırada telefonumuz çalıyor, otelimiz, kahvaltı hazır olduğunda bizi bulamadıkları için panik yapmış (!) Üzerimizde sıkı
bir kontrol var. Odamıza döndüğümüzde kahvaltımızı ve şık bir şekilde
hazırlanmış olarak, zor açılan penceremizin önündeki geniş denizlikte bizi
bekler buluyoruz. Çayımız ve kahvemiz de demlikler içinde sunulmuş (niye bu
detaya girdiğimi merak etmiş olabilirsiniz ama konu tam bunla ilgili). Sunum
şık olduğu için, biz de bir fotoğrafını çekip kahvaltımızı ediyoruz. Otelden
çıkmadan önce de, yine kimseyi göremediğimizden ve kaçıyor gibi olmamak için,
otelin dehlizlerinde bir görevliyi zar zor bularak "hoşçakalın" deme şansımız
oluyor.
Artık Bingöller olarak adlandırılan bölgeye doğru yollanma vakti geldi. İlk
günü geçireceğimiz Rantasalmi’ye doğru hareket ediyoruz. Endüstriyel
olanların doğallarına karıştığı Finlandiya ekonomisinin temel direği
ormanlar arasında, keyifle yolculuk yaparken, yeniden telefonumuz çalıyor.
Arayan çıkış yaptığımız Porvoo’daki otelimiz Onni tabii ki. Bizi özlediler
mi diye düşünürken telefondaki ses, odamızdaki penceremizi açtığımızı (!?),
pencerenin önüne kahverengi bir “sıvı” döktüğümüzü, pencere pervazının bu
yüzden şişerek kırıldığını, odaya kötü bir koku yayıldığı için bu geceki
rezervasyonu iptal etmek zorunda kalacaklarını bildiriyor. Nutkumuz tutulmuş
halde hasarın fotoğraflarını istiyoruz. Fotoğraflardan önce 100 Euro’luk bir
fatura geliyor. Sonrasında gelen fotoğraflar daha da şok edici; kapalı
pencerenin dışına 3 metre yüksekten bir kahve demliği atılmış halde yerde
yatıyor, duvarda demlikten sıçramış belki bir litrelik kahveden kaynaklanan
bir leke oluşmuş durumda; kahvaltımızda neredeyse tamamı içilmiş kahve
için büyük bir performans doğrusu! Yani odaya yayılan kötü koku bu kahveden
kaynaklıymış! İşin ilginci çektiğimiz fotoğrafla kıyasladığımızda yere
atılmış olan demliğin bize sunulan kahvaltıdaki demlik olmadığı anlaşılıyor.
Üşenilmeden, bir fatura çıkarmak için -hiçbir fedakarlıktan kaçınılmayarak-
ciddi bir MİZANSEN hazırlanmış. Kendilerine yolladıkları faturayı “mizanseni
hazırlayan her kimse” ona göndermelerini “kibarca” ifade ederek ve maalesef
bu ülkede daha başımıza neler gelebileceğini düşünerek yolumuza devam
ediyoruz. Finlilerin mutluluk endekslerine bugün için ilave katkı
sağlayamadığımızdan ötürü üzgün olarak, haliyle.
Bingöller Bölgesinde (23-25 Eylül)
Artık şehir-kasaba stresinden uzaklaşıp kendimizi kırsal dünyanın içine
atma vakti geldi. Porvoo'dan çıktıktan sonra en manzaralı yollardan biri
olarak gösterilen Lapperantaa üzerinden ulaştığımız Mikkeli
yakınındaki Tertin Kartano çiftliği bunun için biçilmiş kaftan bir konaklama oldu. Daha
girişte bizi karşılayan farklı şekillere bürünmüş devasa balkabakları, Halloween yortusu döneminde olduğumuzu hatırlatıyor. Çiftliğin son derece
butik ve hemen tüm ürünleri kendileri tarafından yetiştirilen lokantasında
güzel bir akşam yemeği hayal etsek de hevesimiz kursağımızda kalıyor; sadece
kahvaltı ve öğle yemeklerinde açıklarmış. Finlandiya için şaşırtıcı değil.
Göl kıyısında eskiden ahır olarak kullanıldıkları anlaşılan ama misafir
evine dönüştürülmüş kulübemize yerleşiyoruz. Ama artık deneyimliyiz; hem
girerken hem de çıkarken odanın detaylı fotoğraflarını çekeceğiz. Yıllardır
seyahat eden ve sayısız otel, pansiyon, yurt vb yerlerde konaklamış bir çift
olarak yeni alışkanlıklar edindik Finliler sayesinde!
Tertin Kartano |
Bingöller Bölgesi |
İlk kez misafirperverlikle karşılaşıp her nasılsa vukuatsız şekilde konakladığımız Tertin Kartano'dan bir sonraki rotamız olan Koli milli parkına doğru Savonlinna üzerinden yola düşüyoruz. Buzul çağı sonrası geri çekilen buzullardan ardında kalan, yıpranmış bir platoyu oluşturan Bingöller bölgesinin neredeyse %25'i su ile kaplı. Kaç göl olduğu ise halen tartışma konusu ve göl olarak neyi kastettiğinize göre değişkenlik gösteriyor. Wikipedia'ya göre, bir gölü, en dar yeri 200 metre olan su birikintisi olarak tanımlarsanız 55.000, 500 m2'den büyük su birikintisi olarak tanımlarsanız 187.888 göl bulunuyor bu bölgede. Göllerin üzerindeki adacıkların sayısı da hali ile oldukça yüksek; sadece en büyük göl olan Saimaa üzerinde 5484 adacık bulunuyor. Hani zorlasanız ülkede aile başı bir gölcük ya da adacık düşecek. Sonbaharın renklerini, kendini cimrice gösteren güneş altında, içimize çekerek ve genelde yağmur altında Koli Milli Parkına varıyoruz.
Bingöllerde Sonbahar |
Bingöller platosunda yol boyu ciddi coğrafi yükseltilere denk gelmiyorsunuz.
Bu nedenle gölleri yukarıdan izleyebileceğiniz seyir noktaları da hayli
sınırlı. Koli Milli Parkı ise 230 metreye ulaşan yüksekliği ile Rusya ile
ortak adlandırılan Karelia bölgesinin en dikkate değer noktası. Eskiden
köylülerin yakarak tarım arazisi açtıkları orman alanları, bu milli park ile
koruma altına alınmış. Köylülere de hak vermemek elde değil; ekecek o kadar az
toprak parçası var ki, hayatta kalmak için bu bir zorunluluk. Anlaşılan dış
ticarette orman ürünlerinin tarım ürünlerine göre avantajlı oluşu ile bu sorun
ekonomik yönden çözümlenmiş. Her ne de olsa dünya tarihi üretim ilişkileri ve
geçim araçlarının paylaşımı üzerine kurulu. Bir kayak sporları merkezi
de olan tepedeki tesisler için fünükiler yapılmış. Bu noktadan 5-10 km arası
değişen işaretlenmiş trek rotalarına ulaşılıyor. Yağmur altında 5-6 km'lik
kısa bir rotayı tercih ediyoruz. Zirvede monolitik kayaçlar ile karşılaşınca
buranın neden bir zamanlar paganlar tarafından kurban etme ritüelleri için
kullanıldığı anlaşılıyor; gerçekten tabiat ananın bir anıtındayız. Rota
boyunca Pielinen gölünün yüksek irtifadan manzaraları bize eşlik ediyor. Bu
arada onlarca farklı ve türlü renkte mantarlar peyzajı tamamlıyorlar.
Akşamüstü ıslak yürüyüşümüzü, girişte gördüğümüz kafede sonlandırmak istiyoruz.
Tam oturduğumuz sırada görevli kadın parmaklarını sallayarak geliyor; saat
daha 17 bile olmadığı halde kapatmışlar. Önemli olan Finlilerin mutluluğu
diyerek oradan da üşümüş şekilde ayrılıyoruz.
Koli Milli Parkı |
Gece konaklayacağımız kulübe, Pielinen gölünün tam karşı kıyısında. Gölü
güneyden katederek kararan hava ile ancak 19 sularında varabiliyoruz. İyi ki, iki katlı kulübenin alt katını, işleten aile kullanıyor, yoksa bu saatte (!)
çalışan bir Finli bulmak bu Allah'ın unuttuğu köşede mümkün olamayacak. Yine
de kapıyı açtırmak için oldukça uğraşıyoruz. İşletmeci hanımefendi yüzümüze
"nereden çıktı bunlar" gibi bakarak, doldurmamız için önümüze çeşitli formlar
koyuyor. Rusya sınırını geçtik de akşam karakola kayıt mı yaptırmamız
gerekiyor diye düşünüyoruz bir an için. Formları okunaklı şekilde
doldurmadığımızdan (!) tekrar doldurmamız isteniyor. Nerede pasaport
bile sormayan Norveç otelleri! Anahtarımız alıp odamıza çıkıyoruz. Çok
sevimsiz bir oda olduğundan, yan odaya geçmek istediğimizde yine kötü bakışlar
altında yeni anahtarı alıyor, bir önceki odanın yataklarını da kendimiz
sırtlanıp tekrar kurarak odamızı hazırlıyoruz. Beş-altı odası olan göl
kıyısındaki misafirhanenin (otel diyemiyorum) tek konukları biziz oysa. Yemek
servisi de tabii ki yok. Ev sahibinin oğlu oldukça zorlanarak depodan bir
şişe şarap bulabiliyor. İyi ki mikrodalgada hazırlanacak yemekler almışız
yanımıza. İsmi her iki ülkede de aynı olan Karelia bölgesinde Rus-Fin
sınırının sadece harita üzerindeki bir çizgiden ibaret olduğu anlaşılıyor.
Bütün gece durmaksızın yağan yağmur altında "bir Halloween ritüeline özne
olabilir miyiz" düşüncesi ile uyumaya çalışıyoruz.
Sabahın ilk ışıkları ile kalkıp, bölgenin diğer birkaç sakini ile birlikte
sevimsiz kahvaltımızı ederek kulübemizden ayrılırken, ev sahibinin oğlundan
-edindiğimiz yeni tecrübeler ışığında- odamızı teslim almasını istiyoruz.
Neyse ki "bize güveniyor"muş. Bu da bir ilerlemedir neticede.
Sonbahardan kalanlar |
Bu sefer rotamızı, Pielinen gölünün kuzeyinden, Mikkeli'ye ve oradan da yeniden
kuzeye, Ranta Keurula'ya çevirerek Bingöller'deki seyahatimizi bir sekiz çizip
tamamlamak üzere ayarlıyoruz. Hemen hepsi birbirinin kopyası yüzlerce göl
üzerinden, tabii yine bir göl kıyısındaki Ranta Keurula çftliğine akşamüstü
varıyoruz. Sezonun son misafiri olduğumuz için, iki katlı bir kulubenin
tamamını bize ayırmışlar. Ranta Keurula atları, koyunları, kayıkhanesi ile
harika bir çiftlik. Göl kıyısı günbatımı manzarası ise enfes. Kırsal bölgedeki
son gecemiz için mükemmel bir seçim. Kötü Finlandiya hatıralarımızı telafi
etme şansı bulduğumuz için de memnunuz.
Son Gece Tampere'de (25 Eylül)
Artık memlekete dönüş vakti geldi. Helsinki havaalanına dönmeden önceki son
gecemizi, tüm kuzey ülkelerinin nüfusu en yoğun şehri olan Tampere'de
geçireceğiz. Finlandiya'da endüstri devrimi Tampere'de tekstil fabrikaları ile
İskoç yatırımcı John Finlayson tarafından 19.yüzyılda başlatılmış. Bütün kent,endüstri devriminin sembolü ateş tuğlaları ve yüksek fırın bacaları ile
sarmalanmış gibi. Bu kızıl doku, artık tamamen farklı işlevler için
kullanılıyor olsa da, kente endüstrileşmenin soğukluğunu değil, bir miktar
sıcaklığını yansıtıyor. Özellikle akşam olup kızıl tuğlaların arasından
çevreye yayılan sarı sıcak ışıklar insanın içini ısıtıyor. Emek yoğun bir işçi
kenti olan Tampere, bu hali ile diğer Fin şehirlerinden ayrışıyor. Lenin bile, 1905 yılındaki Sosyal Demokrat Emek Partisi konferansını, o zamanlar Rus
toprağı olan bu işçi kentinde gerçekleştirmiş. Bu hali ile kuzeyin en politik
yerleşim yerlerinden biri olmuş. Şehrin meydanı da diğer gördüğümüz kentlere
göre oldukça kalabalık sayılır. Çok sayıda restoran ve kafenin insanlarla dolu
olduğunu görmek bizi şaşırtıyor; özellikle de hemen tamamı kültürel amaçlarla
kullanılan eski fabrika binalarından taşan genç bir enerji sokaklara doğru akarken.
Tampere’nin Işıkları |
Ertesi sabah, Tampere'den Helsinki havaalanına, yol
üzerindeki Hämeenlinna kentinden geçerek ulaşmayı tercih ediyoruz.
Böylece son günümüzü Finlandiya'nın en tarihi bölgesi olan Tavastia'nın en
önemli ortaçağ kentini görerek değerlendirmiş oluyoruz. Bugün çok tanınmış
olmasa da, hala iyi durumda korunmuş olan bir ortaçağ kalesini de
barındıran Hämeenlinna, 19.yüzyıla kadar Finlandiya'nın en önemli
kentlerinden birisi olma ünvanını korumuş. Diğer bir önemi ise, ünlü Fin
besteci Jean Sibelius'un doğum yeri olması.
Hämeenlinna‘da Ortaçağdan Kalanlar |
Böylelikle çok farklı duygular eşliğinde “en”ler ülkesi Finlandiya'nın
güneyini kapsayan seyahatimiz tamamlanırken, kafamızda ise bu mutluluk
endekslerini hazırlayanların, bu tür öznel değerlendirmeler yapıldığında "ne
pahasına?" sorusunu neden araştırmadıkları gibi ,"deli" sorular kalıyor.
Ender Şenkaya
Kasım 2023