World in my Viewfinder

9 Haziran 2024 Pazar

Portekiz'de Okyanusla Buluşmak

Dünyanın sıcak coğrafyalarının daha da ısındığı bu iklim değişikliği döneminde, bahar ayları bu bölgelere seyahat etmek için elverişli bir fırsat sunuyor. Avrupa kıtasının en batı ucunu görmek üzere uzun zamandır planladığımız Portekiz seyahatimizi de baharın son demlerinin yaşandığı Mayıs ayına denk getirdik. Sıcak iklimlerden uzak kalmayı tercih etsek de, Okyanusun serin esintilerine bu derece maruz kalacağımızdan habersiz yolculuğumuza başlamış olduk. 



Portekiz ( 17 - 21 Mayıs 2024)

Bu yıl da seyahat edeceğimiz yerleri en "uygun" fiyatlı biletin yanısıra, Ankara'dan yapılan doğrudan uçuş güzergahına göre belirledik. Günü kaybedeceğimiz geç bir saatte Lisbon'a varıyor olsa da, Pegasus'a Ankara'dan doğru'dan bir uçuş koyduğu ve bizi İstanbul cehennemine birkaç saat için bile maruz bırakmadığı için müteşekkiriz. Geç indiğimiz için haliyle de yerel araç kiralama şirketleri bu saatlerde hizmet vermediğinden, çantalarımızı geride ertesi gün aracımızı kiralayacağımız havaalanı içindeki emanet dolaplarına bırakmayı tercih ederek ilk geceyi yakınlarda kiraladığımız bir evde geçireceğiz. 

Portekiz'in pek çok haliyle AB'nin "kıyısında" bir Akdenizli ülke olduğu, daha ilk akşamdan kendini belli ediyor. Kaldığımız evin yan komşusu olan ekmek fırını, sabahın ilk saatlerine kadar çalışmaya devam ederken, çalışanlarının Akdeniz usulü gürültüleri geceyi uykusuz geçirmemize neden oluyor. Evin içinde farklı odalardaki uyku arayışlarımız yorgunluktan sabaha karşı "sızma" ile son bulabiliyor. İşin kötüsü, sabahın ilk ışıklarını taze ekmek kokusunun yayıldığı bir ortamda karşılamayı beklerken, ekmekleri paketleyip sabah karşı vanlarla götürdükleri için, böyle olası bir güzellikten de mahrum kalıyoruz. Seyahatlerin böyle "ilk gün kayıpları" olması olağandır diyerek Türkiye'den getirdiğimiz yolculuk nevalelerinin kalanları ile ev sahibimizin bıraktığı kahveler eşliğinde kahvaltımızı yapıp aracımızı kiralamak üzere havaalanına yollanarak, beş tam gün sürmesini planladığımız seyahatimize başlıyoruz. 

Lisbon'dan başlayan rotamız, doğrudan iç kesimler üzerinden en güneye ulaşıp daha sonra kıyı şeridini takip ederek yine Lisbon'a, oradan Atlas Okyanusu kıyısından Porto'ya uzandıktan sonra, milli parklar üzerinden içeri dönüp tekrar başladığımız noktada sonlanacak. Bir tür sekiz çizen rotamızın uzunluğu yaklaşık 1700 km. 

Algarve

17 Mayıs

Protekiz'in ve İber Yarımadasının güneybatısını kaplayan Algarve olarak adlandırılan bölgesi, Atlas Okyanusu'nun bir parçası olsa da tamamen Akdeniz iklim ve coğrafyasınca kuşatılmış. Tarihçesi Fenikelilere kadar uzanan bölge, daha sonra Kartaca, Roma, Vizigotlar ve Emevi hükümranlığına girdikten sonra 13.yüzyılda Prortekiz Krallığında kalmış. Bu hali ile Akdeniz'in Batı'ya açılan kapısı olarak, pek çok kültürel öğeyi içinde barındıran Algarve'nin adı da Arapça mağara ya da obruk anlamındaki "algar"dan gelmekte. Bölgenin tipik özelliği okyanus dalgalarınca aşındırılıp oyulan kireçtaşı oluşumları. Bu oluşumlar doyumsuz güzellikte yamaç ve yarların kıyıya diklemesine indiği uzunca bir şerit meydana getiriyor. İlk günkü durağımız bunların en güzellerinden birisi olan Benagil obruğu (ya da mağarası).  

Algarve'nin altları oyulmuş kireçtaşı yamaçları


Lisbon'dan yaklaşık üç saatlik bir otoyol yolculuğu sonrasında Benagil'e ulaşıyoruz. Aracımızı kıyı yamacın üst noktalarındaki otoparka bıraktıktan sonra, dik bir yokuştan küçük plaja doğru iniyoruz. Benagil obruğuna ulaşım, sadece kıyıdan rehberli kano grupları ya da motorlu teknelerle sağlanıyor. Ancak şiddetli okyanus rüzgarları nedeniyle, yaklaşık bir buçuk saat sürecek bu kano macerasını ertesi güne bırakıyor ve okyanusla Portekiz'deki ilk buluşmamızı, yamaçların sert manzarası eşliğinde bir şeyler atıştırarak geçiriyoruz. Tekrar aracımıza doğru yukarı çıkmamızla birlikte Benagil' mağarasına tepesindeki ünlü karstik 'delik'ten bakma şansımız oluyor. İlk keşfimizi tamamladıktan sonra geceyi geçreceğimiz Carvoerio'ya doğru yola çıkıyoruz. 

Abyss of Hell
Carvoeiro, tamamına Algar Seco adı verilen ve Avrupa'nın en güneybatı ucunda yer alan, Sagres'e kadar uzanan dik kıyı şeridinin başında yer alıyor. Algar Seco'nun kelime anlamı da "cehennem obruğu"; Dante'nin "Komedya"sındaki cehennemi obruk olarak resmeden Boticelli'yi anmamak elde değil.  Ayakta durmayı bile zorlaştıran şiddetli rüzgarlara karşı kireçtaşı yamaçların üzerindeki promenadı yürümek için yanınızda elverişli kıyafetlerin bulunması gerektiğini hatırlatmalı. Yamaçların en üst noktasında Nossa Senhora de Encernaçao kalesinin kalıntıları yer alıyor.  Kale, kıyıyı özellikle kuru incir mevsiminde tuna ve sardinya tuzaklarını yağmalayan korsanlara karşı 17.yüzyılda beşgen formda inşa edilmiş. Aynı dönemde başta Afrika ve Güney Amerika'yı yağmalamakla meşgul Protekiz Krallığının  da yağmacılardan çekiyor oluşu tarihin garip bir cilvesi olsa gerek. İnsanın aklına 16.yüzyılda Kongo'nun Hıristiyan kralı I.Afonso'nun, Portekiz Kralı III.Joâo'ya yazdığı ibret verici mektuplardan küçük bir bölüm gelmeden edemiyor:

"Halkımızın büyük çoğunluğu, krallığımıza insanlarınız tarafından getirilen ülkeniz mallarına ve diğer şeylere karşı çok büyük bir arzu duyuyor; insanlarınız doymak bilmez iştahlarını tatmin amacıyla birçok insanımızı, özgür insanları esir alıyor; çoğu zaman soyluları ve soyluların oğullarını, bizim akrabalarımızı esir alıyor ve onları krallığımızda bulunan beyaz insanlara saklıyorlar; başkalarını da tanınmasınlar diye akşamları getiriyorlar."

Genelde yamaçların üst bölümlerine kurulmuş Carvoeiro'nun, -başta insanoğlu olmak üzere- karadaki yırtıcıların erişimini engelleyen dik yamaçları, çoğunluğu martılardan oluşan kuş kolonileri ile kerkenezler ve şahinlere de ev sahipliği yapıyor. Ama asıl okyanus zenginliğini, akşam menüsünde deniz ürünleri çeşitliliğiyle karşılaşınca anlıyoruz. Şunu da belirtmeliyim ki benim gibi deniz ürünleri ile arası olmayan biriyseniz Protekiz seyahatiniz yeme-içme yönünden çok sıkıcı bir hal alabilir. Özellikle et yemeklerinin bu kadar kötü yapıldığı bir ülke görmediğimi ifade etmeliyim. Uzun iki günün yorgunluğunu atmak için erkenden dinlenmeye çekiliyoruz. Ertesi günün daha yoğun programı için erkenden güne başlamak gerekecek. 

18 Mayıs

Benagil
Sabahın erken ışıklarında oluşacak manzarayı kaçırmak istemeyenlerimiz, Benagil obruğu ziyaretçi akınına uğramadan, yola düşüyorlar. Benagil'e vardığımızda günün ilk saatleri olmasına karşın ortalık o kadar da sakin değil. Obruğun üstündeki delikten havadan çekime başlayınca mağarayı kalabalıklardan ayrı olarak görmeye gelmiş bir kanocu grubuyla bile karşılaşıyoruz. Yine de öğleye doğru karşılacağımız hengamenin yanında süt liman sayılır ortalık. Sabahın ilk dalgaları tenha mağaranın kumlarını döverken insandan arındırılmış bu güzelliği belgeleyebilecek kısa bir süre buluyoruz. 

Benagil'de sabahın ilk ziyaretçileri

Benagil mağrasından başlayarak kıyıdaki patikayı izlediğinizde irili ufaklı daha pek çok erozyona uğramış dik karstik oluşumlar karşınıza çıkıyor. Erken sabah sporcuları ile beraber dinginliği arayanların buluşma noktası haline geliyor kıyıdaki dik yamaçların üzeri. Sabah yürüyüşü sonrası otelde kahvaltı edip bu sefer denizden görmek için tekrar geleceğiz, Benagil'e. 

Benagil mağaralarının içine girmek için tek yol, bir deniz taşıtı kullanmak; en uygun fiyatlısı da rehberli kano yolculuğu. Öğleden sonraları deniz  kabardığı için elverişli zaman öğle öncesi olarak gözüküyor. Denizin kabarması yanında yoğun sürat teknesi ve yat trafiği nedeni ile zaten küçük kano içinde ciddi şekilde hırpalanabiliyorsunuz. Ama 'rehber almadan da ben bu işi yaparım' derseniz kendinizi kandırmış olursunuz. Zira pek çok mağaraya klastrofobik geçitlerden ilerleyerek tek tek ve karşıdan gelen trafik müsaade ettiği sürece ulaşabiliyorsunuz. Kapalı alan korkusu olanlar için iyi bir fikir değil yani. Mağaranın içine girdikten sonra da çıkış yolunu ancak rehberiniz gösterdiği takdirde bulmanız mümkün. 

Benagil hengamesi

Kanodan inip etrafı gezmeye sadece Benagil magarası içinde izin veriliyor. Mağaraya giriş, okyanus dalgalarının oluşturduğu anaforlar, yoğun kano trafiği ve motorlu teknelerin yarattığı kaotik durum nedeniyle epey zorluyor insanı. Zaten kumsaldaki kalabalık nedeniyle güzel bir kare yakalanması da mümkün gözükmüyor. İçeriye katamaranıyla girenler bile oluyor; ilk başta dediğim gibi Portekiz Avrupalı'dan ziyade Akdenizli. Bu kadar turistik bir mekanda motorlu deniz taşıtlarına bu derece müsamaha gösterilmesi kolay rastlanır bir olay değil.

Birbuçuk saat süren ve kişibaşı 25 Avro'ya çıkan kano turumuzu bitirip üzerimizdeki okyanus tuzlarıyla Avrupa'nın en güneybatı ucuna doğru yola çıkıyoruz.

Sagres
Batıya yelken açan denizcilerin, Cebelitarık boğazını geçip, Akdeniz'in sakin sularını ve "Herakles Sütunları"nı geride bırakırken karayı görecekleri son nokta olan balıkçı kasabası Sagres'e doğru ilerliyoruz. Niyetimiz bu küçük kasabayı geçip, Avrupa'nın en güneybatı ucunu işaretleyen Cabo da St.Vicente'deki fenere ulaşmak. 

Avrupa'nın ucundaki Fenere yine şiddetli rüzgarlar eşliğinde varıyoruz. Hava öyle sert ki, girişte satılan Norveç usulü  kazaklardan (evet, yanlış yazmadım, kazak) satın almak rasyonel gözüküyor. Daha önce Mayıs ayında Avusturya'da sert bir havayla karşılaşmış olsak da, Akdeniz ikliminde bu kadar üşüyebileceğimiz aklımıza gelmemişti. Oysa bu fener tarih boyu yaydığı ışıkla, Yeni Dünya'dan dönen denizcilerin içlerini ısıtmış olmalıydı. Strabon'un küçük bir hatayla "bilinen dünyanın en batı noktası" olarak adlandırdığı St Vicente uzun antik dönemler boyunca 'güneşin okyanusa battığı yer' olarak dünyanın ucunu simgelemiş. 

Cabo da St Vicente


Yaklaşık 75 metre yüksekliğindeki yarların üzerine oturtulmuş bugünkü tipik Protekiz tarzı fenerin yüksekliği 25 metreyi buluyor. Bir fenere teknik veri olarak bakmak onu çok da anlamamak demektir aslında. Bir fener -hele ki böyle çok özle bir noktadaysa- ümidi, savaşı, mücadeleyi ve azmi sembolize eder. Kuzeye doğru çıktıkça bu Atlantik fenerlerine rastlamaya, keşifler, istilalar, kıyımlar çağlarının izlerini takip etmeye devam edeceğiz.

Cabo da St Vicente'den sonra Rotamızı kuzeye, geceyi geçireceğimiz Belem'e doğru çeviriyoruz. Atlantik kıyısına paralel ama iç bölgelerden geçen kırsal yoldan ilerleyerek artan bağcılık yolğunluğu arasında kuzeye doğru çıkıyoruz. 

Belem

Belem Kulesi
Lisbon limanını okyanusa kavuşturan Tagus nehrinin çıkışında kurulu ve stratejik önemi nedeniyle Lisbon'un hatta belki de Protekiz'in en önemli yerleşimlerinden birisi, Belem. Keşiflerin çağının başlatıcısı Denizci Henri (Henry the Navigator) ile özdeşleşen Belem, keşiflerin başlama ve bitiş noktası olması yanında Lisbon limanının son savunma hattını oluşturması nedeniyle de öne çıkıyor. Bu savunma hattının temel direğini de yüzyıllarca boyunca Belem'in simgesi olmuş Belem Kulesi oluşturuyor. Kıyıya çok yakın bir adacık üzerine 15.yüzyılda inşa edilmiş kule, Protekiz rönesansının göstergesi olan Manuelin mimari tarzında inşa edilmiş. Vasco de Gama ile Alvares Cabal gibi kaşiflerin yolculuklarından etkilenen ve ileride de rastlayacağımız bu tarz, her ne kadar geç Gotik olarak adlandırılsa da, ciddi şekilde İslam motiflerinden etkilendiği yadsınamaz gibi gözüküyor. Coğrafi keşiflerin Avrupa'yı Afrika, Güney Amerika ve Hindistan'a kadar uzattığı bir dönemde böyle karma bir mimari formun ortaya çıkmış olması aslında şaşrıtıcı değil; Avrupa merkezcil sanat tarihçileri açıkça kabullenmekten kaçınsalar da.

Belem'in diğer önemli bir sembolü de yine keşifler çağının getirdiği zenginlikler ile Vasco de Gama'nın ünlü yolculuğuna başladığı ve sonlandırdığı yerde 16.yüzyılın hemen başında inşa edilmiş Jeronimos Manastırı. Manastırın hemen tüm maliyeti de bu keşifler sonrası Hindistan'dan getirilen baharatın vergileri ile karşılanmış. Sonradan ünlü kaşifin kalıntıları  manastır içine defnedilmiş, pek çok kraliyet mensubu ile beraber. Bartolemeo Diaz'ın 15.yüzyıl sonunda Ümit Burnunu, ardından Da Gama'nın Hindistan rotasını keşiflerini tetikleyen ana unsurun da, tüm Anadolu ve Arap yarımadasını hakimiyeti altına alan, Osmanlı'nın uyguladığı yüksek vergiler olduğunu burada hatırlamakta fayda var. İşin ilginci, Da Gama'ya Hindistan rotası keşfinde rehberlik eden Arap denizcilerin bu zenginlikleri neden Akdeniz üzerinden Avrupa'ya taşıyamadıkları. Tarihin garip bir tezahürü olsa gerek, Protekizliler Dias ve Da Gama'nı keşiflerine o kadar odaklanmışlardı ki, Kolomb'un ters yöne giderek Hindistan'a ulaşma teklifini geri çevirecekler ve tarihsel üstünlüğü Kastilya dolayısıyla İspanyol tahtına terk edeceklerdi. Tarihselci perspektiften bakıldığında dünya tarihi bu hali ile, tez-antitez-sentez üçlemesinden başka bir şey değil gibi.

Jakarandalar ve seramik kaplı cepheler

Hemen Prortekiz'in tamamında yaygın olarak kullanılan bina cephelerinin seramikle kaplanması yönteminin en güzel örneklerine Belem'in arka sokaklarında rastlamanız mümkün. Önlerinde, Güney Amerika'dan keşifler döneminde getirilmiş erguvani eflatun ve mavi çiçekleri olan jakaranda ağaçları ile katışıksız uyum içindeki bu kaplamalar, estetik olmalarının yanında aslında çok da işlevsel bir gerekçeye dayanıyor. Sert Atlantik rüzgarlarınca taşınan deniz tuzu kaynaklı aşındırmayla sıradan sıva boya yöntemleri ile baş etmek mümkün değil. Seramik kaplamalar bu nedenle hem estetik hem de uzun ömürlü bir alternatif sunabiliyorlar.  

Pasteis de Belem
Tabii ki Belem'den bahis açılmışken dünya gastronomi atlasına yaptıkları en önemli katkıyı atlamak olmaz: Nata de Belem. Tüm Portekiz'de kısaca "nata" olarak adlandırılan ve yumurta krema ve şekerden mamül bu tatlının orjinal formülü Jeronimos Manastırı keşişlerine ait ve bugün de sanatı öğrenenler bu sırrı korumak için yemin ederek işe başlıyorlar. Belem'liler özellikle bu sırrın itinayla korunduğu imlathane olan Pasteis de Belem'i ayrı tutuyorlar ve bu ismi kullanma hakkı da sadece adı geçen imalathaneye ait. Bu küçük tatlının üzerine tarçın dökülerek tek lokmada yenilmesi adetten sayılıyor.

Tagus nehrini aşarak Lisbon'un iki yakasını birleştiren 25 Nisan Köprüsü'nün günbatımı manzarasını 'nata'lar eşliğinde seyre daldıktan sonra, akşamın son saatlerinde Lisbon sokaklarında kısa bir gezinti ve Delirium'daki özel üretim IPA'lerin tadına bakıp dairemize dönüyoruz. 

19 Mayıs

Cabo da Roca'dan Nazare'ye

Belem'den sabahın erken saatlerinde çıkarak kıyı şeridinden Nazare'ye doğru yollanıyoruz. Yol üzerinde Portekiz'in yedi harikasından biri sayılan Pena Sarayı'nı uzaktan görme şansımız oluyor. Yine kökleri 15.yüzyılda kurulan küçük bir ibadethaneye uzanan bu 19.yüzyıl romantik şatosunun, iyi havalarda Lisbon'dan bile görüldüğü söyleniyor. Walt Disney'in öykündüğü türden Neuschwanstein benzeri  tarz bu şatoya çıkarsak yol üzerinde görmeyi planladığımız diğer yerlere vaktimiz kalmayacağından bir sonraki sefere diyerek yola devam ediyoruz.

Pena Sarayı

Bugünün  asıl hedefi Avrupa kıtasının bu kez en batı ucu olarak kabul edilen Cabo da Roca yani "Yamaç/Yar Burnu". Doğası gereği denize bakan ve "en uç" olarak adlandırılan bir yer bulunuyorsa mutlaka bir deniz feneri de eşlik etmeli. Deniz fenerlerinin hemen hepsi tipik bir projeden çıkmış gibi olan Portekiz'de, Cabo da Roca'daki fener de Sagres'dekiyle neredeyse aynı mimaride. Onu özel yapan tarafı ise Sagres'teki örneğinin iki katına varan 165 metrelik bir yamacın üzerine konuşlandırılmış olması. Bu yükseklik ve çevresindeki yamaç ve yarlar eşsiz yürüyüş rotaları sunuyor yürümeyi sevenlere; tabii şiddetli rüzgara aldırmazsanız. 

Cabo da Roca Feneri


Cabo da Roca'dan Atlantik

Cabo da Roca'dan sonra bir tombolo formasyonu ile ana karaya bağlanmış Baleal Adası'ndaki sörf cennetinden geçerek, tarihi Roma dönemine uzanan ama ortaçağın tüm özelliklerini barındıran Obidos'a varıyoruz. Obidos kalesi ile meşhur, zaten Latince kökeni de "kale" imiş. Küçük kasaba ortaçağ sokakları kadar, kiliseleri ve kitapçı dükkanları ile de meşhur. Hemen her köşede yöreye özel likörleri tatmanız mümkün, ancak bir kadeh Porto şarabı ile ikram edilen ve Serra de Estrala peyniri ile zenginleştirilmiş morina balığından patates kroket tarzı hazırlanan Pastel de Bachalau'yu da mutlaka denemelisiniz.   

Obidos / Kapı Detayı 

Obidos'dan çıktıktan sonra akşam saatlerinde bugünkü son durağımız Nazare'ye ulaşıyoruz. Kendimiz yapamasak da dünyanın sörf cennetlerinden birisindeyiz. Nazare de hemen tüm ekonomisini bu sörf turizminden elde ettiği gelire bağlamış bir kıyı kasabası. Ancak, Nazare'yi diğer sıradan kıyı yerleşimlerinden ayıran en büyük ayrıcalığı São Miguel Arcanjo Kalesi. Uzun sahili ikiye bölen bir burnun en uç noktasında denizden 50 metre yükseklikte 16.yüzyılda kurulmuş bu kale, ilk inşa edildiği dönemde özellikle Afrika üzerinden kıyıları yağmalayan korsanlarla mücadele amacıyla kullanılmış. 19.yüzyıldaki Fransız işgali sırasında sivil direniş merkezlerinden birisi olan kalenin üzerine 20.yüzyılın başında bir de fener inşa edilmiş. İşte şimdi o fener dünyada kaydedilen en yüksek dalgaları seyretmek için toplanan kalabalıkları misafir ediyor; doğru mevsimde giderseniz tabi. Bu dalgalaın en güzel Ekim sonu ile Mart sonu arasındaki dönemde gözlemlenebildiği belirtiliyor. Biz maalesef geçirdiğimiz iki gün içinde bunlara kıyasla "süt liman" bir denizle karşılaştık.

Nazare'ye yukarıdan bakış

Forte de São Miguel Arcanjo

20 Mayıs

Batalha'dan Porto'ya

Nazare'de görmeyi umduğumuz dalgaları sabahın erken saatlerinde de bulmayınca rotamızı seyahatin son durağı olan Porto'ya çeviriyoruz. Yolumuzu biraz uzatacak olsa da önemli bir ortaçağ kenti olan Batalha'ya uğrayacağız.

Batalha'yı kıymetli kılan aynı isimdeki manastır. İnşaasına Avrupa'nın kara veba ve açlık ile savaştığı 14.yüzyılın ikinci yarısında başlanan manastır, Portekizlilerin kendilerine karşı hükümranlık hakkı olduğunu savunan Kastilyalılar karşı 1385 yılında kazandıkları zaferi getirdiğine inanılan Meryem Ana'ya ithaf edilmiş. Bu zafer, Portekiz krallığının da kök salmasını sağlayan bir mihnek taşı olmuş. Yaklaşık 130 yılda tamamlanan manastır inşaatı daha önce Belem'de de karşımıza çıkan geç Gotik dönem Manuelin tarzının en önemli örneklerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. 

Batalha Manastırı

İnsan, standart Gotik kule, kemer, payanda ve uçan payandaların üstlerinin neredeyse dantel gibi işlendiği böyle bir yapıyı gördüğünde 130 yılda neredeyse 15 ayrı mimar tarafından tamamlanabildiğine pek şaşırmıyor. Ortaçağ kent ekonomisinin hemen tamamını zaten bu dini yapıların yapım süreçlerinin oluşturduğunu tekrar hatırlıyoruz. Kent burjuvazisinin temelini de çiftçilerden inanç adına toplandığı ve harcandığı için meşruiyeti sorgulanmayan diğer yandan da bürokrasi adı altındaki mekanizmayı besleyen bu vergi ve bağışlar oluşturuyor aslında. 

Batalha ve barındırdığı mistik dini duygularını geride bırakıp, hedefimiz Porto'ya, sıcaklığın arttığı öğleden sonra saatlerinde ulaşıyoruz. Kentin üst katmanlarında dar bir sokakta bulunan otelimize zorlukla park ettikten sonra, yine seramik cephelerin en güzel örneklerinin sergilendiği rengarenk sokaklardan, Douro nehrinin Atlantiğe kavuştuğu kıyılara doğru iniyoruz. 

Porto Sokakları

Dik yamaçlara kurulmuş şehirde aşağı doğru indikçe yukarı çıkışınızı planlamanızda fayda var. Yol üzerinde Mercado do Bolhao adlı pazar yerinde yerel lezzetler eşliğinde Porto şaraplarını tadabilir, hediyelik olarak sardinya konserveleri satın alabilirsiniz. Bizim akşamüstüne önemli bir randevümüz var; Livreria Lello yani Porto'nun dillere destan Lello Kitapçısı. Bir 'kitapçı' olsa da neredeyse bir müzeye girer gibi önceden bilet almanız ve giriş saatine kadar kapısındaki uzun kuyrukta beklemeniz gerekiyor. Dünyanın dört tarafından gelen insanlar (hepsi kitap meraklısı olmayabilir) bu kitapçının içinde fotoğraf çektirmek için birbirleri ile kıyasıya yarışıyorlar. 

Livreria Lello

Kuruluşu 1881'e kadar uzanan ve Art Deco tarzındaki iç mimari tasarımı ile gerçekten de kendisi bir sanat eseri sayılabilecek iki katlı Livreria Lello'nun özellikle İngilizce kitaplar açısından çok doyurucu olduğunu söylemek zor. Yine de Portekiz'de olmamız ve Saramago'nun 1998 Nobel ödülüne ithaf edilmiş köşesi nedeniyle keyif verici bir kültürel yolculuk sunabiliyor meraklılarına. İçerdiklerinden çok, mekanın kendisinin büyüleyici olduğunu söylemek gerek. Dil sorunu olmayanlar için bazı ünlü eserlerin tarihi baskılarına da erişmeniz, satın almasanız da sayfaları arsında tarihsel bir yolculuğa çıkmanız mümkün. Neyse ki giriş için aldığınız online bilet ücreti (8 Euro) alışveriş tutarınızdan düşülüyor; bu durumda el mahkum kısıtlı İngilizce koleksiyondan bir şeyler seçmeniz gerekli. 

Kökeni uç bir Roma lejyonu olan Protus Cale'ye (yak MS 2.yy) dayana Porto, Portekiz isminin de çıkış noktası olmuş. Duoro nehrinin kıyısındaki bağlarında yetişen üzümlerden üretilen ünlü Porto şarapları tüm dünyaya nehrin okyanusa kavuştuğu bu noktadaki depolardan ihraç edilir olmuş. En ünlü şarap üreticilerinin depoları bugün artık turistlere porto şarabının ikram edildiği kafe ve restoranlara dönüşmüş. Kenti tepeden -özellikle gün batımında- izlemek isterseniz nehir kıyısından teleferik ile Jardim do Morro tepesine çıkabilirsiniz; teleferiğin saat 19'a kadar çalıştığını biliyorsanız.

Porto'yu bir akşama ve bir yazının köşesine sıkıştırmaya çalışmak hakaret olur. Ama deniz ürünleri yemekten gına gelenler için Portekiz'in kuzey bölgelerine özgü Franchesinha tostunu deneyebileceklerini ekleyerek bitirelim. Tost deyip geçmeyin iki kişiyi rahatça doyurabilir.


21 Mayıs

Serra de Estrala'dan Lisbon'a


Artık kısa seyahatimizin dönüş günü geldi çattı. Bugüne kadar kendini tutan okyanus yağmurları eşliğinde sabahtan Lisbon'a doğru yola çıkıyoruz. Öncesinde rotamızı doğuya doğru kırıp, Portekiz'in en yüksek noktalarından Serra de Estrala milli parkı içinden geçeceğiz.


Covao do Boi

Yükselmeye devam ettikçe yağmur yoğunlaşıyor ve kalın bir sis örtüsü üzerimize çöküyor. Deniz seviyesinden ilk olarak 1840 rakımdaki Covao do Boi jeositine ulaştığımızda sıcaklık da 22 derecelerden 3 dereceye kadar düşmüş oluyor. Norveç kazaklarımız için biçilmiş kaftan bir hava doğrusu. Bu jeosit, buzul çağı erozyonuna maruz kalarak 2-5 metre çapındaki ve 4-8 metre yüksekliğinde oluşan granit kolonlardan meydana geliyor. Buzullar granitin çevresindeki kumtaşı formasyonlarını neredeyse bıçakla yapılmış gibi dilim dilim kesmiş. Yerel halk bu kolonlara yörenin ünlü Serra de Estrala peynirlerinin ardından olsa gerek 'peynir tortusu' adını vermiş. 1940'larda bölgedeki kayalara bir de şapel oyulmuş. 

Alto da Torre

Seyahatimizi ironik olarak Portekiz'in zirve noktası olan Torre platosu jesoitinde noktalıyoruz. Alto da Torre 1993 rakımı ile Portekiz'in en yüksek noktası. Yoğun sis ve şiddetli yağmur altında hayali olarak gördüğümüz radar istasyonlarının yanında hediyelik eşya, peynir ve pastırma çeşitleri satılan dükkanlar da bulunuyor. Serra da Estrala olarak anılan bu bölge 20 milyon yıl önce Afrika kıtası ile İber Yarımadası'nın çarpışması sonrası yükselerek oluşmuş. Son iki milyon yıl içinde on binlerce yıl süren buzul çağları döneminde bölge buzullarla kaplanmış. 30 bin yıl önce başlayan son buzul çağında, bulunduğumuz Alto da Torre'de buzulun kalınlığının 90 metreyi bulduğu tahmin ediliyor. Biz buzulu göremesek de içimizde hissettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.

Portkeiz'e böyle soğuk bir şekilde veda etmek istemesek de akşam uçağımızı kaçırmamak için Lisbon'a yollanmalıyız.



Ender Şenkaya
Haziran 2024