Burnunuzu Kaşıyamamanın Ağırlığı
2 Nisan
2 Nisan
Bugün evden çıkmak için bir neden yarattım kendime. “Boş” sokakların fotoğraflarını çekeceğim. Dolu sokaklarda boş insan fotoğrafları çekmekten daha ilginç olabilir belki.
Kapıdan çıkmak üzereyken kargo geldi. Kargoyu getiren genç kutuyu kapı eşiğine bırakıp, eldivenli elleri ile zili çalmış. Eldivenlerimi takıp kapıyı açtığımda iki metre uzağımdaydı. Sms ile yolladıkları şifreyi söyledim, teşekkür edip gitti. Doğu Berlin’de Glienicker Köprüsü üzerinde casus takası yaptık sanki. O gittikten sonra kapının önünde tuttuğum çamaşır suyu çözeltisi ile paketi ve zili fısfısladım. Sonra falçata ile açıp, paketin içindeki sipariş ettiğim bira yapımında kullanılan antibakteriyel ürünleri, antivirütik dezenfektanla ovalayıp, ana paketi de dışarıda bırakarak giriş holüne aldım. Burada biraz kalsınlar.
Fotoğraf makinesi çantamı aldım, açıp içindeki makineyi de dezenfektan ile temizledim. Tasarımcılarının aklına hiç gelmemiş bir duruma maruz bıraktım makinemi yani. Çıkarken evdeki çöpümün içine dışarıda bıraktığım kargo paketini de koyup, çöp boşluğuna bırakarak vedalaştım. Asansörü çağırdım. Maskemi taktım. Başka kimse binmesin diye umarak zemin kat düğmesine bastım. Dönümce yeşil alanda üç beş çocuğun oyun oynamasını “Covid nedeniyle” sakıncalı gören (!) ama 1.7 metrekarelik asansörde dört kişinin bulunmasını doğal karşılayan bir site burası. Anlaşılan çimlerin üzerine basılmaması hayattan daha önemli.
Kendimi sitenin dışına atıp yola düşüyorum. Çankaya’nın tüm kaldırımı kaplayan ‘tasarım harikası’ otobüs duraklarını ancak yola inerek geçmeyi başarıp yürüyorum. Karşıdan gelen herkes birbiri ile mesafeyi korumaya çalışıyor. Hepimiz potansiyel suçluyuz ötekisi için. Yakındaki AVM tamamen kapanmış. Sadece market kısmı açık ve tüm oklar sizi oraya yönlendirmeye çalışıyor. Market çalışanlarının virüs ile özel anlaşmaları olmalı. Çoraklaşmış mekanlar canlı bir distopyanın içine çekiyor insanı. Yollardaki araç kalabalığı azalsa da sürüyor anlaşılan. Üstü açık bir bemeve içinde bıçkın delikanlılar kendilerine olan sonsuz güvenleri ile geçiyorlar yanımdan. İleride bastonu ile yaptığı alışverişi evine götürmeye çalışan bir “suçlu” yaşlı daha. Göz göze gelmemeye çalışıyoruz.
Çok öncesinden yapay olarak çoraklaştırılmış Çankaya Köşkü’nün bahçesinin önünden geçiyorum. İçeride bir kıdemli çavuş mavi bereli komandolara mıntıka yaptırıyor. Öyle derdik askerken. ‘Askeri boş bırakmayacaksın ki başın derde girmesin’ ekolü. İleride açık olan bir tekel bayii. Rakı ne kadar oldu acaba? Covid vergisi de koydular mı ki? Hemen her dükkan kapalı ama bir banka açık. İçeri birer birer girin diye yazı asmışlar kapısına. Virüsün paralar ile de anlaşması olmalı.
İşte o noktada başlıyor. Burnumun sol alt köşesindeki tatlı kaşıntı. Elimi götüreceğim sırada aklımdan geçiyor dokunduklarım; çöp boşluğu kapağı, asansör düğmesi, dış kapı otomatı ve kolu... Ne çok düşman nesneye dokunmuşum, hemen vazgeçiyorum kaşınmaktan. Yanıma neden dezenfektan almadım sanki! Adımlarımı hızlandırarak Atakule’ye varıyorum. Orası da kapalı haliyle. Cadde tarafına bakan kafelerin koltukları yanlız. Olan bitene bir anlam veriyorlar mıdır ki? Caddenin ortasına geçip bir fotoğraf çekmeme izin veriyor seyrelen trafik, üstümde birkaç polisin bakışını hissederken. Oradan Botanik Parkı’na yukarıdan bir bakış. Erik ağaçlarına bahar gelmiş ama kimsenin haberi yok. Altlarındaki banklar, piknik masaları çorak. Güzelliğini sergileyecek kimsesi olmayan erik ağacının hüznünü anlamaya çalışıyorum. Bu bahar erik yemek nasip olacak mı acaba? Yoksa ağaçlar da mı küsecekler bize toptan...
Geri dönüyorum. Burnumdaki tatlı kaşıntı işte yine başlıyor. Götürmemeliyim elimi ama aynen tır şöförü abimizin dediği gibi; ‘beni virüs değil de bu kaşıntı öldürecek’. Yol üstünde bilmem hangi nedenle inşaatı durmuş dev beton yığını gökdelenin bekçisi çaydanlığını boşaltıyor, ve şantiyenin hortumu ile çalkalıyor. Burnuma nemli çay yapraklarının kokusu ulaşıyor. Halen bunu duyduğuma göre büyük olasılıkla taşıyıcı değilim. Gülümsüyorum hali ile. Ne garip şeylere gülümseyebiliyormuşuz.
4 Nisan
Ev Hapsinde Üretim
Dün devletimiz açıklama yaptı. Artık 60 yaş üstü yanında 20 yaş altı da sokağa çıkamayacak. Kendilerinin en azından 60 yaş üstünde sağladıkları büyük başarıyı (!?) bu yeni alanda da göstereceklerine eminim. Sanırım Napolyon söylemişti, “hiç bir kanun uygulama bulamayacak kanun kadar zararlı değildir”. Hele bizimki gibi sadece “iyi” insanların kanunları taktıkları yerlerde. Yine de etrafımdaki çemberin daraldığını hissediyorum. 50 yaşı da kapsama aldılar mı dışarı çıkmanın sadece ihtimalini seveceğim zira.
Dün asansör durup da içine -1.7metrekare hatırlarsanız- elinde tabak çanaklarla, eldivensiz ve maskesiz bir kadın bindiğinde ben inmiştim. Arkamdan bakakamıştı hali ile. Biz Türkler gerçekten alınganız. Şahsi değildi oysa. Bugün bir başka hanımefendinin daha kalbini kırmamak için evde oturacağım. İnce bir insanım herhalde. Açıklanan yeni tedbirler çerçevesinde artık toplu yerlerde maske zorunluluğu da getirilmiş. Toplu yer ne demek açıklamadılar henüz. Asansörün de kapsama alınmasını bekliyorum. Bu maske konusunda halkımızın niye direndiğini de anlamış değilim. Ben ilk vaka açıklandığından beri takıyorum örneğin. Basit grafiklere bakanlar, Japonya, Kore, Singapur, Tayvan’da hastalık tırmanış eğrisi niye yatay acaba diye düşünebilirlerdi. Daha ilginci bir zararı yok takmanın. Ama necip milletimiz inat etti bir kere, takmayacak. Oysa Pascal gibi de bir çıkarsama yapabilirlerdi; tanrı olabilir ama olmayabilir, iyi de inanmanın bir zararı yok ki. Varsa karlı çıkarsın. Ben her zaman Pascal gibi düşünmem ama maske konusunda haklı olabilir!
Evde kaldığım zamanı iyi değerlendirmeliyim. İlk önce yıllardır bakım yapmadığım ahşap gemi modelimi temizleyerek başladım işe. Kalıp halinde tozlarını en ince fırçalarla önce süpürdüm, süpürdüklerimi çok yaklaştıramadığım elektrik süpürgesinin yarattığı vakumun çektiğini ümit ettim. Sonra sıra “mop”lamaya geldi. Tek tek direklerini, mataforalarını, palangalarını, bucurgatını, iskotalarını, filikasını, toplarını üşenmeden tek tek temizledim. Sonra denizcilerine de banyo yaptırdım. Hijyen önemli bu zamanda. Birkaç yıl daha ellememe gerek kalmayacak kadar pırıl oldu.
Sırada bira yapımı var. Evde sadece iki haftalık stok kaldı. Üç haftada yenisi hazır olursa ne ala. İngiliz tarzı bir “ale” yapacağım. Bu işin en önemli yanı hijyen. Hijyen mi dediniz? Soyadım benim 🙂 Ne de olsa biramızda istenmeyen kokular ve tatlar olmamalı. Önce çalışacağım masayı bakteri arındırıcı ile (evelsi gün kargocudan Doğu Berlin köprüsünde teslim aldığım) köpükledim. Sonra da tüm kullanacağım kapların içini-dışını. Kapların dışını köpüklemezseniz ellediğinizde sorun yaşarsınız. Bu işi yaparken tamamen köpük altı çalışmalısınız. Özüt tenekeleri de önce kaynar suyla yıkanıp hazırlandı. Daha önce hazırladığım saf su ile karıştırdım ve fermantasyon kovasından köpüklenmiş cam damacanalarına içinden öncesinen köpük geçirdiğim hortumla aktardım. Sonra dezenfekte edip fırınladığım makas ile maya poşetini kestim. Ve yine 150C’de fırınlanmış beherlerde ikiye bölüp damacanalara tam eşit olacak biçimde biçimde bölüp, frınlanmış cam huni kullanarak serptim. Yorulunca bir maden suyu açayım dedim. Altılı plastik kılıfı daha önce spreylemiştim ama yine de içinden çıkardığım şişeyi bir kez daha spreyledim ve açtım. Aman Allahım! Şişe açacağını dezenfekte ettim mi acaba? Hatırlamadım ama Corona’nın benim için bu kadar özel bir tuzak hazırlayacağını farz etmem biraz megalomani başlangıcı mı diye düşünmeden de edemedim. Sıkıldınız ama hijyen deyince kopuyorum sanırım. Cam damacanaların hava kilitlerine de arındırıcı koyup hava ile ilişkilerini tamamen kestikten sonra gelsin sıkıyorsa birama Corona da görelim bakalım.
Edindiğiniz bazı sıradan becerilerin -örneğin bira yapmak- gün gelip hayatta kalmanızla ilgili size bazı alışkanların kazandırmasına şaşıyorsunuz.
6 Nisan
Bir Halk Düşmanı
Dün doğum günümdü. Her yıl yaptığımız gibi akşam verdiğimiz çılgınca partiye katılan .... çok olmadığı için biz de sulu köftemizi eşimle baş başa yedik. Davetli oldukları halde hediye getirmememek için katılmayan arkadaşlarımı da not ettiğimi belirteyim. Ben öyle mi yapıyorum ?
Çılgınca partide haliyle çok bir tüketim olmamış olsa da biraz market alışverişi yapmam gerekiyordu bugün. Otoparkta aracımı virüs kapmaması için diğer araçların çok uzağına bırakmama rağmen başka yer bulamayan (!) bir komşu dibime kapımı açmamı çok zorlaştıracak şekilde parkettiğinden aynası ile ilgilenmem gerekti önce. Araca binince ayakkabılarımı, gaz ve fren pedallarını dezenfektan ile spreyledim. Umarım kullanırken ayağım kaymaz. Fren tutmazsa hastaneye başka nedenle gitmek de istemem. Sonra kimsenin arabamın ön kısmına doğru hapşırmamış olduğunu ümit ederek kontağı çevirdim, yüzümde maske ile. Aracın ön tarafına yayaların ulaşamayacağı şekilde park etmeliyim bundan böyle. Bakım zamanı geldiği halde hava filtrelerini değiştirmek için bile servise götürmeye niyetim yok zira.
Belediyelerin sabahları foşur foşur dezenfekte ettiği, yarım saat sonra da eski haline gelen caddelerden geçerek markete vardım. Dünyada gereksiz dezenfektan kullanımında lider olmalıyız. Bu yaza kadar virüsten ölmemeyi başarırsak, dezenfektanlarla zehirlediğimiz yeraltı suları nedeniyle tarımı yok edeceğimizden kıtlıktan da ölebiliriz. Bir şekilde yokolmanın yolunu bulacağız nasılsa.
Devletimiz kendi koyduğu 20 yaş altına sokağa çıkış yasağını daha ilk gün kendisi delmiş olsa da, markette alış veriş yapan vatandaşlar kendi önlemlerine daha sadık gözüküyorlar. Kendi olağanüstü hallerini uyguluyorlar sanki. Daha önce de yazmıştım, yakında devletlere gerek kalmayacak diye. Bunlar ilk adımları. O zaman sürekli iban’ına yardım edeceğimiz kimse de kalmayacak!
İhtiyaçlarımı kendi market fileme doldurdum. Marketin sepet ve arabalarını kullanmıyorum yani. Meyve sebze bölümüne geldiğimde tamamı poşetlenmiş meyve sebzeyi hali ile seçemeden alıyordum ki, market görevlisinin bir müşteriyi yüksek sesle ‘eldivensiz olarak meyveleri ellememesi’ için uyardığını duydum. Müşteri terslenecekti ki bir anda etrafında maskelerinin üzerinden kendisine hışımla bakan on kadar çift gözle karşılaşınca yelkenleri indirdi. Bir halk düşmanını bakışlarımızla etkisiz hale getirdikten sonra, bir halk kahramanı görevli de kendisine zorla eldivenler giydirdi. Herşey poşetlenmiş olduğu halde vatandaşımızın elleyecek meyveleri nasıl bulduğunu merak etmedim değil.
Alışverişi bitirdim, kredi kartımla ödeme yaptıktan sonra kredi kartımı dezenfekte ederek marketten çıktım. Aracıma atlayıp eve geldim. Eve girerken girişte bıraktığım çamaşır suyu ile eve sokmadan alışverişi ve ayakkabıları dezenfekte ettim. Sonra aldıklarımı içeride tekrar dezenfekte ederek açık havaya çıkardım.
Gözlerimle bir halk düşmanını etkisiz hale getirmiş olmanın verdiği huzurla televizyonun karşısına geçtim. Cumhurbaşkanımızın tek tek Tekalifi Milliye maddelerini yani yakında necip milletimizin başına gelecekleri sıralamasını dinledim. Devletin başına yine birşey gelmeyeceğini anlayarak huzurumu arttırdım.
8 Nisan
Ender Şenkaya
Nisan 2020
8 Nisan
Hipo ... kim?
Güzel olmaya aday bir bahar günü. Beklenmedik şekilde bu baharı yaşayamayacak ne çok kişi var aramızda. Kendi adıma can eriği özlerim en çok, baştan söyleyeyim.
Evde ufak tefek tadilat işleri ile vakit öldürüyorum. Elektrik, tesisat, alçı-boya falan. Salgın olduğu için usta getirmiyorum hali ile. Aslında salgın yokken de kendim yaparım o işleri. Salgın olunca en azından usta getirmekten korkan ‘cimri’ olmuyor insan; bu da işin iyi tarafı.
Yolumu biraz zorlama ile Ankara’mızın en büyük alışveriş merkezlerinden Panora tarafına düşürüyorum. Değil bahar, kasvetli kış günleri bile iğne atsanız yere düşmez kafeleri boş, yollar park yeri dolu. Birkaç güvenlik, birkaç temizlik işçisi çalışmaktalar. Bir de inşaat işçileri var. İnşaat işi hiç bitmez bu ülkede. Koca ülke durdu onlar çalışıyor hala. Yalçın Küçük hoca, inşaatı Türk İntikam Tugayı TİT arasında değerlendirirdi (aslında Tekstil İnşaat Turizm). Geri kalmış ülkelerin geçim kapısı sektörler yani. Günlük yaşamaya mecbur bırakılmış çaresiz insanlar, ve onları sömüren bir kesim. Tabii halen tadilat vs işlerin devam etmesi geleceğe umutla bakan bir grup olduğunu da gösteriyor. Herkesin gözü gelişmiş ülkelerde, acaba ilk ilacı / aşıyı hangisi bulacak? Bahisler açık mı bilmiyorum ama bu konuda bile bir bahis vardır kesin. Dünyada virüsü kapan ilk yüksek yönetici Boris Johnson’ın da Türk kökenli olması bir tesadüf mü acaba?
Dün meclisimizde eller sağlık emekçilerine şiddet yasasını gündeme bile almaMAk üzerine kalktı. Aynı eller, virüs nedeniyle hayatını kaybedecek sağlık emekçilerine şehit statüsü verilmesi önerisini de reddetmiş. Aklı evvel solcular bu konuda ‘öldükten sonra şehit sayılsa ne yazar’ gibisinden fikir beyan ediyorlardı. Statünün sağlıkçı değil, geride bıraktığı ailesi için olduğunu bile anlamaktan acizler. Herhalde İslami bir paye olmasından işkillendiler. Hoş, ne solcusu ne dincisi şehitlik kavramın antik Yunan’dan Araplara geçtiğini bilirler ki, o da işin öteki tarafı. Sağlık emekçisi olsam ve bu sözde millet temsilcileri elime düşüp Hipokrat’tan falan bahsetse; “Hipo .... .kim dediniz?”...
Bu akşam ülkemizi yönetenlerden daha önemli kararlar bekliyorum. Örneğin, korona virüsün terör örgütü ilan edilmesi falan. Akşam istatistiklerini de “75 can kaybımız var ama biz de İHD’lerimizle (insansız hava dezenfektanları) 60 trilyon koronayı etkisiz hale getirdik” gibisinden açıklayabilirler. Yine kimi belediye başkanları da koronaya yardım ve yataklıktan gözaltına alınabilir. Açıklamaları da bundan böyle Milli Savunma ya da İçişleri bakanlarımızdan beklemeliyiz. Savaştayız ya...
10 Nisan
10 Nisan
Özgüven Tapınağı
Adaptasyonu hızlı bir milletiz. Vaka ve ölüm sayıları (şüpheli sayılar) hızla artıyor olsa da Ankara’da hayat hızla normale dönmeye başlamış. Halkımız kafasında pandemiyi bitirmiş gibi. Bense artık yürümeyi riskli görüyorum. Aracıma atlayıp bir il geneli durum tespiti yapayım dedim bugün.
Çankaya’dan çıktım yola. Yollar bir bayram sabahı kadar kalabalık. Yani Ankara’dan kaçabilecek gücü olanın kaçtığı, kalanların da akraba ziyaretleri ile idare ettikleri o sabahlar gibi. Virüsün tüm sınıfsallığı göze çarpıyor. Bıçkın delikanlıları hesaba katmazsak, bayram sabahı görünen ve ortadan yok olan kesimler aynı. Bir farkla; seyahate çıkanların tuzları şimdilik daha kuruca olduğundan bu sefer evlerindeler. Çalışmak zorunda olan kesim ise yine yollarda. Korona’nın herkese aynı davrandığı yalanına inanmayın yani. O da sınıf ayrımı yapıyor. Avrupa kraliyet aileleri başlangıçta kibirlerine yenik düşmüş olsa gerek.
Bakanlıklara doğru kalabalık artıyor. Tunalı’da araçlar her zamanki gibi çift sıra park etmişler. Dükkanların çoğu kapalıyken bu kadar araç ne yapıyor acaba? Tunalı’dan Kızılay üzerinden Ulus’a doğru yollanıyorum. Köşebaşında polisler sipariş ettikleri yemeği kuryeden teslim alıyorlar. Hiçbirinde maske yok. Şakalaşmalar. Özgüvenler zirvede.
Bu maske olayının suyunun nasıl çıktığına değinmek gerek aslında. Devletimiz maskesiz sokağa çıkılmaması kararı alınca, muhalefet de hükümeti zora düşürmek için ‘o zaman bedava dağıtacaksın’ diye garip bir argüman geliştirdi. Araçta emniyet kemerini, şantiyede bareti de zorunlu tutuyor devlet, ama hiçbirini bedava vermiyor. Tabii muhalefet bu çıkışı popülizmi kendine şiar edinmiş bir hükümete karşı yapınca, onlar da ‘kimse maske satamaz’ diye bir kural getirdiler. Kendileri dağıtmayı başaramayınca da, bugün paranızla da alamıyorsunuz sonuç itibarı ile. Sokağa çıkılmasını kısıtlayan bir devletin, diğer taraftan bedava maske dağıtma durumuna gelerek teşvik etmesi de ayrı bir paradoks.
Ulus’a varıyorum. Otobüs trafiği burada çok yoğun. Ulus emekçi kitlelerin toplu taşımada uzun yıllardır transfer yaptıkları bir bölge olarak, bugün de canlılığından çok şey kaybetmemiş. Polisler heykelin etrafını çevirmişler. Bakan bey de bugün o heykel çevresinin boş fotoğrafını paylaşıp halkımızın kurallara uyduğunu anlatıyordu. 50 metre aşağısında durum oldukça farklı oysa. Devletimiz korona terör örgütünü henüz örgüt ilan etmedi tahminimin aksine. Ama belediyeler ileride ilan edilecek terör örgütüne yardım ve yataklığa devam ediyorlar ki aşevleri hesaplarına el konmuş. Bir kısım kökü dışarda berber de Allahın verdiği sakalı gizlice kesmekten tutuklandı dün. Bugün ise online konferanslara yasak gelmiş. Online sivil polisler yetişemiyormuş. Bir Allah’ın lütfu durumla daha karşı karşıyayız.
Oradan gara geçiyorum. Tren seferleri durmuş olduğundan orada bir yalıtılmışlık söz konusu gerçekten. Sonra Konya yolu üstünden eve yolculuk. Yine sıkıştıranlar, makas atanlar... Doğrudan egoları etkileyen bir virüs ortaya çıkar mı birgün?
13 Nisan
Ve Zafer!
Bugün ülke olarak virüsü yenmişiz. Dün gece yarısı sokaklardaki kutlamalara anlam verememiştim, nedeni bu güzel haber olmalı. Anlaşılan içişleri bakanımız koronanın işini iki tokatla halledivermiş ki kutlama yapan halkımız posterlerini taşıyordu. Halk kahramanları hep Amerikadan çıkacak değil ya. Bundan sonra Muhteşem Süleyman dendiğinde akla ilk gelecek kişi belli. Ben de 10 Nisan günü geceyarısı yaşananlardan sonra, nasılsa daha absürd birşey yazmanın mümkün olmadığını düşünerek yazma işini bırakmayı düşünüyordum. Böyle bir zaferle noktalayacağım aklıma gelmemişti.
Devletimizin aniden bize güzel bir sürpriz daha yapması ihtimaline karşı bir markete gideyim demiştim, orada anladım olanı biteni. Otoparkta yer kavgasına karışmaktan kılpayı kurtuldum. Halkımız virüsü yenmiş olmanın aşıladığı özgüvenle lastik eldivenlerini boks eldivenlerine dönüştürmüştü. Kaynaklar israf edilmemeli. Ne olacak o kadar eldiven bundan sonra? Market, alış-veriş arabası kalmayacak derecede doluydu. Kasalardaki kalabalık için sosyal mesafe uygulaması da kaldırılmış zafer sarhoşluğu ile. Dönüş yolundaki yoğun trafik de ekonomimizin canlandığını kanıtlıyor. Dünyada bu yıl ekonomik büyümeyi garantileyecek ilk ülke olma yolundayız. Aşıyı da ilk biz bulmuş olmalıyız. Gelsin dolarlar. Zaten hazine bakanı da açıklamıştı çok önemli keşiflerin arifesinde olduğumuzu. Benim henüz duymamış olmam kendi hatam.
Eve biran önce gidip televizyonun önüne kuruldum. Luppolarım elimde bekliyorum. Zaten yeneceğimizden emindim bu melaneti. Virüsü yendiğimizden artık günlük tutmaya da gerek kalmadı.
Ender Şenkaya
Nisan 2020