World in my Viewfinder

8 Şubat 2019 Cuma

Safari Güncesi


10-17 Eylül 2018


Bu sefer ara uzun oldu. Seyahat notlarının iCloud azizliğine uğraması mı diyelim yoksa dönünce bulamadıklarımızın hüznü mü bilemiyorum. İnsan seyahate çıkmaya hazırlandığından çok, dönüşünde neleri bulamayabileceğine de kendini hazırlamalı.

Göreceli olarak hazırlığı en çok süren seyahatlerimizden oldu Kenya. Hemen tüm gelirini safari turizmine bağlamış bir ülke olarak turistler için belki de hayat boyu bir kez yapıma şansı olacak kadar pahalı alternatifler sunuyor.
Elimizde sadece 8 günlük bir uçak bileti ile başlayınca çok farklı planlama alternatifleri arasından bir seçim yapmak gerekti.


Eğer Nairobi’den ya da Mombasa’dan milli parklara pırpır uçaklarla doğrudan ulaşmayacaksanız yol güvenliğine dikkat etmeniz gerekli. Biz de araç kiralamak için pek çok firmayla görüşsek de yol güvenliği üzerine uyarılar nedeniyle vazgeçmek zorunda kaldık. Uyarıların haklı olduğunu fiilen yaşayacaktık zaten. Pırpır uçak ve araç kiralama alternatifleri elenince geriye şöförlü araç ve lokal tur firmaları kalıyordu. Şöförlü araç için uygun bir firma bulamayınca, lokal bir tur firması ile anlaşmaya karar verdik. Zaten önerdikleri konaklama fiyatları da doğrudan satın almaktan daha uygundu.

Batılı turistler genelde Belçika, Hollanda, Kanada vb. merkezli ama yerel bacakları olan tur firmalarını seçiyorlar. Bu sadece cebinizden daha çok para çıkması demek. Tukio, Natural World, Tekko ve Reny Safaris gibi güvenilir firmalarla doğrudan temasa geçebilirsiniz. Ancak, ne görmek istediğinize bağlı olarak milli parkları belirledikten sonra bu firmaların önerdiği paketleri belirlemenizde fayda var. Aksi takdirde doğru kıyaslama imkanınız ortadan kalkabilir. Bizim gibi bütün Kenyayı baştan başa geçmeyi planlıyorsanız mutlaka sağlam bir 4x4’e ihtiyacınız var. Yol durumunun çok kötü olduğunu gözönüne alın. Kimi yollar değme off-road parkuruna taş çıkartır;  hele 6-7 saate varan yolculukları düşündüğünüzde. Lokal firmalar ile pazarlıklarda en önemli unsur safariye kaç kişi çıkacağınız. Aracı paylaşacağınız için 2-6 kişilik opsiyonlara göre fiyat ortaya çıkıyor. Safari için optimum katılımcı bu nedenle -uyumlu- 6 kişi :) Çatlak sesler çıkmaya başlarsa 6-7 saatlik Afrika Masajı olarak adlandırılan yollarda işiniz iş… Bize son anda katılan iki arkadaşımız sayesinde hem fiyatı hem de çeşitli riskleri düşürdük, keyfi arttırdık. 

Bizim tespit ettiğimiz görülmesi gerekli milli parklar ve rezervler şunlardı:
  • Maasai Mara : Serengeti’nin kuzeyi. Göç mevsiminde gidiyorsanız milyonlarca öküz kafalı antilopu (wildebeest) görme şansınız var. Aynı zamanda aslan ve diğer yırtıcıları görme şansınızın en yüksek olduğu yer. Mara nehri timsahlara ve su aygırlarına da ev sahipliği yapıyor.
  • Lake Naivasha : Eşsiz bir kuş cenneti. Out of Africa’nın çekildiği Crescent adasında vahşi doğanın içinde yürüyüş yapabilirsiniz. Kenya’da yürümeyi özleyeceksiniz zira hemen hiçbir yerde aracınızı terk etmenize izin vermiyorlar.
  • Lake Nakuru : Yine Out of Africa noktalarından birisi. Şansınız varsa nadir gergedan türlerine rastlayabilirsiniz.
  • Lake Baringo : Flamingo cenneti olarak geçiyor. Ancak sular yükselmeye başladığından flamingo sayısı azalmış. Daha çok flamingoyu biz Amboseli’de görme şansı bulduk.
  • Amboseli : Eşsiz Afrika savanları ve şansınız varsa Kilimanjaro’yu doyasıya seyretme imkanı sunuyor. Fillerin kafileler halinde göçlerine tanık olabilirsiniz. Yırtıcı görme ihtimaliniz az. Maasai kabilesince de uygun ücret karşılığı “ağırlanabilirsiniz”! 
  • Samburu : Bölgeye has zürafa türü ve yırtıcıları ile meşhur. 
  • Tsavo West & East : Amboseli ile benzer özelliklerde. Kimilerine göre daha çok yırtıcı barındırıyor. 
Kenya’ya kadar gitmişken Tanzanya’ya da geçelim derseniz Türkiye’ye dönüş uçağını Tanzanya üzerinden almalısınız. Zira Kenya’ya girişte aldığınız vize tek girişli. Ya da bir 50 USD daha ödemeniz gerekiyor. Tanzanya’da Serengeti zaten Maasai Mara ile ortak özellikler gösteriyor mevsim farkı ile. Bu nedenle dönüşü biraz da okyanus kıyısı kumsallarında dinlenmek amacı ile Zanzibar’dan (Farsça Zenci Sahili)  planlayabilirsiniz. 
  
Bu kadar çok alternatifi tek seyahate sığdırmak zor. Son günümüzde Nairobi’de dinlenmek istiyoruz. Bu da uçuş saati nedeni ile (sabah 4) iki geceye patlayacak. Bu nedenle gidebileceğimiz en uzak noktadan başlayıp Nairobi’de sonlanacak 7 gün 8 gecelik bir rota çiziyoruz; Nairobi-Amboseli-Naivasha-Nakuru-Maasai Mara-Nairobi. İki gece de Nariobi'de kalmış olacağız. 

Böylece büyük kedilerin mekanı ve göçün anayolu Maasai Mara’yı sona saklamış olduk, bir tür crème de la crème.

Amboseli 
Nairobi’ye THY ile uçuyorsanız çok biçimsiz bir saatte (sabaha karşı 2 gibi) varıyorsunuz. Vize kuyruğu epey zamanımızı alıyor. Kenya’ya girerken dikkat etmeniz gereken hususlardan birisi yanınızda plastik poşet taşımamanız gerektiği. Bizde hala 25 kuruş verilmesin diye kampanyalar sürerken bu “ilkel” ülkede poşet tamamen yasak. Çantalarımızdaki tüm poşetlenecek şeyler bez torbalarda gümrükte aranma ihtimaline karşı. 

Bir havalimanı oteli ayarlamazsanız havaalanında 24 saat açık bir-iki kafede sabahı beklemeniz gerek. Konuştuğumuz şirketler safariye gece başlamamızı kabul etmediler. Güvenlik nedeni ile turistlerin gece yolculuğuna pek izin verilmiyor. Biz de bir kafede sabahı 6 ettik. Keşke buluşacağımız kafenin adını karıştırmasaydık. Çok firma ile bu detaylara kadar görüşünce kafa karışabiliyor, diğer firma ile konuştuğumuz kafede başka firmayı bekleyince program bir saat kadar aksadı. Yoksa Natural World vaktinde oradaymış. İlk gün her zaman hata olur.

Şöförümüz ve iz-sürücümüz Boniface ile tanışıyoruz ve ilk dakikada bize -biraz da geç kalışımızdan- Kenya boyu eşlik edecek deyişlerini öğretiyor: "Hakuna Matata" yanı kibarcası “takma kafana”. Geç kalınca, acıkınca, tuvalet gerekince, aslan göremeyince, yollar kapanınca, lastik patlayınca, uçağı kaçırınca… Hepsi Hakuna Matata. 

Ortadan kesilip uzatılmış, üstü açılıp hareketli tavan haline getirilerek seyir güvertesi oluşturulmuş ve sonradan en azından bir milyon kilometreyi devirdiğini öğreneceğimiz Nissan’ımızla yola düşüyoruz. Yolculuk Nairobi-Mombasa otoyolundan başlıyor. Kenya’nın yollarının kötü şöhretini epey okumuştuk ve bu nedenle araç tutup turumuzu kendimiz yapmaya cesaret edememiştik. Nairobi’den çıktıktan sonra yol biraz rahatlasa da bitmez tükenmez bir kamyon-tanker trafiği ile yolculuk ediyoruz. Mombasa Kenya’nın Hint Okyanusuna kıyısı olan en büyük limanı. Uganda ve Kongo gibi diğer orta Afrika ülkeleri ticaretinin de büyük bölümü bu liman üzerinden yapıldığından otoyol hayli işlek. Mombasa tarafı, Çinli amiral Zeng He’nin donanması ile yanaşıp o zaman adı Malindi olan Kenya sultanından hediye olarak aldığı iki zürafayı Çin’e götürdüğü (*) kıyılar. Oysa daha sonra ziyaret edecek Avrupalılar iki zürafadan çok daha fazlasını götürecekler sadece topraklar kaybedilmekle kalınmayacak, onbinlerce can da makineli tüfeklerle ezilecekti. 

Yolumuz uzun, gece uyumamışız, Boniface’in Kenya hakkında anlatmaya çalıştıklarını yarı uyanık dinliyoruz. Kenya aslında bir tür kabileler birliği. 42 kabile tek bir merkezi yönetim altında toplanmışlar. En ünlüleri Maasailer, Kikuyular ve konuşulan yaygın dilin sahibi Swahili’ler. Bir de daha sonra değineceğimiz uluslararası ünlü Kalenjinler var.

Fillerin peşinde büyükbaşlar
Otoyoldan güney yönüne Amboseli’ye doğru döndükten sonra yol neredeyse boşalıyor. Alabildiğine Afrika çayırlarında bizi de Çinli amiral  Zeng He gibi ilk önce zürafalar karşılıyor, ilk heyecan tabii.  Sonra yüzlercesini göreceğiz oysa. Yol az kaldı diye sevinirken Boniface’in uyarısı geliyor; Afrika Masajı’na hoş geldiniz. Aracın içinde savrulmaya başlıyoruz. Aracın makasları ile ortak bir ritim tutturmak gerekiyor. Afrika’ya hoşgeldik. Yolun kıyısında karşılaştığımız ilk Maasai’ler büyükbaşlarını rengarenk giysileri içinde gütmekte olan çobanlar. Ama durup fotoğraf çekmeye izin yok. İzinsiz ya da kendilerinden incik boncuk satınalınmadan fotoğraflanırlarsa araçlara zarar veriyorlarmış. Ertesi gün zarar almadan külliyetli bir ödeme ile bu imkana kavuşacağız :)

Amboseli taraflarında az olsa da büyük yırtıcılar var. Orada elde sadece sopalar olduğu halde büyükbaş gütmek neresinden bakarsanız bakın yürek ister. Biz turistlerin yere ayak basmasına bile izin verilmeyen topraklardayız. Büyükbaş sürüleri ileride devekuşları ve fil sürülerine doğru tozu toprağa katarak ilerliyor. Biz de hayli titreşmiş mafsallarımızla milli parkın kapısına ulaşıyoruz. Boniface biletlerimizi alırken araçta yalnız kalıyoruz. Etrafımız bir anda her tür Çin işi incik-boncuk satan Maasai yerlileri ie doluyor. Uyarılar nedeni ile az göz göze gelmeye çalışıp camlar kapalı tutulurken parmaklar da deklanşörlere gidemiyor. İlk gün yabancılığı. Milli Parklara giriş kişi başı günlük 70 dolar gibi bir rakam. Gözlerinizi fal taşı gibi açacak bir rakam olsa da, turizm dışında çok kısıtılı gelir kaynakları olan bir ülke için normal olduğunu 7 günlük seyahatimizde karşılaştığımız yoksullukları görünce daha iyi anlayacağız.

Filler Diyarı 
Filler ve eşlikçileri
Amboseli bir fil diyarı. Halen yağışlar devam ettiği için sulak savanları doyasıya kullanıyorlar. Yağışlar güneye çekildikçe onlar da yenidoğanları ile göçe başlayacaklar, Amboseli kurumaya başlarken. Savanın kurak bölgelerinde oluşan hortumcukları ve onların aralarında bu tozu dumanı üzerlerine bulayan filleri seyrederek ilerliyoruz. Derilerine  sürülen bu toz-toprak ilk sulak alanda fillerin gövdesinde bir çamur maskesi oluşturuyor. Doğal cilt bakım yollarından birisi. Bu yanan kavrulan topraklarda geçen 60-70 yıllık yaşamlarında derilerini bu şekilde koruyorlarmış. Her filin üzerinde birkaç akbalıkçıl da yolculuk ediyor. Fillerin üzerindeki parazitleri temizlerken, bir kaç tonluk hayvanların her basışta yukarı fışkırttığı onlarca böceği yiyerek kendi yollarını buluyorlar. Güzel bir simbiyotik ilişki içindeler. 

Kalacağımız kamp milli parkın içinde, Kilimanjaro’ya karşı. Merak içindeyiz;  buralara kadar gelip de göremeden dönen çok. Kilimanjaro biraz nazlı bir dağ, tıpkı Fujiyama gibi. Öğleden sonra odamıza yerleşip yemeğe geçmek üzere hareketleniyoruz. Ama bir babun yolumuzu kesip, üstümüze atlıyor ve elimizdeki sineksavar bileziğin bulunduğu jelatinli ambalajı kapıp kaçıyor. Az ileride büyük maharetle ambalajı açıp bileziği kokladıktan sonra atıp gidiyor. Biz de koklanmış bileziğimize kavuşuyoruz tekrar. Afrika’da çok göz alıcı renklerden kaçınmalısınız. Üstümüze sıktığımız off-max yetmezmiş gibi bir de bunları takarak kendimizi güvenceye almaya çalışıyoruz.  Sıtma halen görülüyormuş ama sarı humma kalmamış Kenya’da. Yine de gelmeden önce sarı humma aşısı olmakta fayda var. Aşının etki etmesi için de 10 gün önceden yaptırmanız gerekli. Sonradan katılan arkadaşlarımız bu küçük detaya dikkat etmediklerinden birkaç gün korumasız gezecekler. 

Babunsavarlar
Yemeğe oturup biraz dinlenelim diyoruz. Ama işini disiplin içinde yapan Boniface oturmamız kalkmamız için müsaade edeceği süreleri hemen iletiyor. Saat 16’da ilk game-drive’a çıkılacak. Yemek yediğimiz verandanın hemen beşyüz metre kadar ilerisinden fil sürüleri geçmekte. Yan tarafta zebralar otluyor. Gerçekten Afrika’nın bağrındayız. Etrafımızda elleri sapanlı Maasai savaşçıları, yemeklerimizi babunlar yürütmesin diye nöbetteler. Tam sömürgede sahip muhabbeti. Kampın elektriği jeneratörler tarafından sağlanıyor. Genelde öğleden sonraları ve game-drive saatlerinde elektrik, dolayısıyla sıcak su yok. 








İlk Game-Drive
Gerçekten bir kuş uykusunun ardından yeniden 4x4’teyiz. İlk game-drive. Game-drive denilen aktivite safarinin medenileştirilmiş hali. “Game” İngilizcede “av hayvanı” olarak geçiyor. İnsanlığın en eski oyunu yani “av” sürüşü demek yani. İlk Batılı “kaşifler”den kalma bir terim olmalı. Biz tabii ki, silah yerine fotoğraf makinesi ve hafızalarımızı taşıyoruz yanımızda. Genelde sabahın erken saatleri (6:30-9) ve akşamüstleri (16-19) arasında hayvanların daha aktif olduğu av zamanlarında yapılıyor. Şanslı olanlar bu saatlerde hayvanların kendi aralarındaki av sahnelerini de yakalayabiliyorlar. Kamplarda yaşam ve yolculuk saatleri tamamen bu game-drive saatlerine göre ayarlanıyor. Yani güneşin tepede olduğu saatlerde görebileceğiniz tek şey alabildiğine Afrika çayırları oluyor. 

Kilimanjaro’nun hayat püskürttüğü bu topraklarda büyük hayvanlar dışında inanılmaz bir kuş çeşitliliği de var. Safarilerin sloganı olan ve aslında eski avcıların bir safaride tamamlaması beklenen hedeflerinden türetilmiş olan Büyük-5 (yani Bufalo, Fil, Gergedan, Aslan, Leopar) dışında sadece bu kuş türleri için bile gelinir buralara. Bakalım biz bu beşliden hangilerini görebileceğiz. 

Ne güzel işerim Kilimanjaroya karşı 
Filler filler filler. Burası bir fil imparatorluğu. Çoğu savanın sulak alanlarında serinlemekle meşgul günbatımı öncesi. Uzun yolculukları öncesi güç topluyor gibiler. Dişilerle erkeklerin nadiren belli olmadıkları anlarda Boniface kim papa kim mama bizi aydınlatıyor. 

Game Drive’da hareket halindeyken aracın telsizi hiç susmuyor. İz sürücüler ilginç bir durumla özellikle de “simba” yani aslanla karşılaşırlarsa  kendilerine saklamak yerine hemen diğer iz sürücülere bildiriyorlar. Sonra bildirilen noktaya doğru bir akın başlıyor. Çok kısıtlı bir zamanınız oluyor yetişmek için. Biz Türkler için alışık olmadık bir yardımlaşma. Boniface’e bu durumun rekabet açısından biraz tuhaf olduğunu söylediğimde vahşi doğada hayatta kalmanın temel kanununun birbirini kollamak olduğunu söylüyor. İzciler kimin başı sıkışsa hemen yardımına koşuyorlar. Sonuçta diğer izcilerin gezdirdikleri turistlerin ülkelerine memnun kalmadan dönmelerinin ileride kendileri için de dezavantaj yaratacağının farkındalar.

Kilimanjaronun Işıldayan Yüzü 
Turnalar
Olabildiğince çok fil, Uganda bayrağının sembolü turnalar ve “sıradan” yaban domuzları gördükten sonra akşamüstü Kilimanjaro hazretleri, hayat verdiği savanların üzerine tüm heybeti ile çökmüş şekilde yüzünü gösteriyor. Az değil en yüksek noktası 5900 metreyi buluyor. İlk günümüz için kendimizi şanslı addedebiliriz.  Başlangıçta halen üzerinin karla kaplı olduğunu sanıyoruz ama ertesi gün öyle olmadığını anlayacağız. Kelimenin etimolojisi üzerinde bir uzlaşma olmasa da “Njaro” Swahili dilinde ışıldayan anlamına geliyormuş. Kilima da dağ demek. Yani Işıldayan-Dağ da diyebiliriz. Heybeti nedeni ile yakınımızda gözükse de aslında Tanzanya sınırları içinde kalıyor. Üç kraterinden sadece Kibo’nun halen aktif olduğu düşünülüyor.  

Yaklaşık 2.5 milyon yıl önce faaliyete geçmiş bir volkan, Kilimanjaro. Turcana gölü (eski adı Rudolfensis) civarında görülmeye başlamış ilk atalarımızla aynı zamanda yani. Homo Rudolfensisler acaba bu patlamaları görerek bu cehennemden kaçmak isteyip, göç yoluna mı düştüler diye düşünmeden edemiyor insan. Kim bilir hepimizin nedeni belki Kilimanjarodur.

Afrika siluetleri
İlk günün sonunda muhteşem bir Afrika klişesi karşılıyor bizi. Turuncudan kırmızıya çalan gökyüzünde batmakta olan güneş akasya ve tozu dumana katarak ilerleyen fil sürülerini mistik siluetler haline getiriyor. Günün son kuşları da bu manzarayı tamamlamak istercesine sürüler halinde hareketleniyorlar. Nairobi ve otoyol keşmekeşinin ardından Afrika bize büyük bir ödül -belki de özür- hazırlamış gibi. Kampa dönüş yolu bu şahane manzara karşısında o kadar kısa geliyor ki.  

Mama’sız Uyuyamam
Boniface bizi kampa bıraktıktan sonra eşini görmeye Nairobi’ye döneceğini söyleyerek aramızdan ayrılıyor. Eşinin yanında olmazsa uyuyamıyormuş! Gruptaki hanımlar bu bağlılık ve sevgiden çok duygulanıyorlar haliyle. Dünyada ne erkekler var! Ama aramızdaki hain şüphecilere göre yarın sabah 6:30’da burada olması için 5 saat uzaklıktaki Nairobi’de sadece eşini kapıda görüp öpecek kadar vakti kalıyor. Romantizmden anlamayan şüpheciler bunlar…

İlk Jambo ve Hakuna Matata gösterisi eşliğindeki yemeklerimizden sonra ateş başı muhabbeti ve odalara çekilme vakti. Ama dışarıda her tür ışık kirliliğinden arınmış bir gökyüzü var ki, kuzey yarımkürede nadir rastlanır. Normalde gördüğümüzün belki on katı yıldız var tepemizde. Gecenin büyüsü farklı yıldızlar altında savanayı örtüyor.

Flamingo Yolu
Kilimanjaro'nun flamingoları
Bu sabahın menüsünde flamingolar var;  yok yemeyeceğiz. İklim değişikliği nedeni ile flamingoların yoğun olarak konakladığı Baringo gibi göllerde su yükseldiği için, Amboseli’nin sulak ama sığ arazileri daha önce olmadığı kadar flamingo çekmeye başlamış. Yolların üzerindeki küçük göletçikleri aşıp, bufaloların arasından geçerek (elde var iki) flamingoların biriktiği göllere gündoğumunda ulaşıyoruz. Onbinlerce flamingo Kilimanjaro arkalarında olduğu halde yeni güne telaşla başlıyorlar. Gökyüzü pembe suyüzü daha pembe. Suyun üzerinde dans eden flamingolar ulvi bir mucizeyi genelleştirmekle meşguller. 

Kahvaltımız etmek üzere kampa dönüyoruz. Babunsavar Maasailer yine iş başında. Birazdan kendilerini daha yakından tanıyacağız.



Topraktan Öğrenip Kitapsız Bilen Maasailer
Karşılama komitesi
Programımızı kesinlikle boş bırakmamaya kendini adamış Boniface boş kalacağımız öğlen saatlerini değerlendirmek için bizi yakındaki Maasai köyüne götürüyor. Burada kişi başı 25 dolar karşılığında Maasaileri “doğal” ortamlarında görüp camımız çerçevemiz taşlanmadan fotoğraflama şansı bulacağız. 

Köyün girişinde bir keçi çobanı yeni doğmuş oğlakları ile boşluğun ortasındaki tek ağacın gölgesine yerleşmiş. Koyu mavi "Burberry" battaniyesinin içinde bizi karşılıyor. Maasailer -benim gibi- canlı renkleri seviyorlar. Bir iddiaya göre ara sıra karşılaştıkları yırtıcıları caydırdığını düşünüyorlarmış. Dickson lakaplı ve şefin oğlu olduğunu söyleyen kırmızı battaniyeli olan ücretleri topluyor. Birden köyün derme çatma çitleri arasından 15-20 kişilik dansçı grubu çıkıyor. Etrafımızı çevrip tempolu bol zıplamalı bir dansa başlıyorlar. Katılmamak olmaz tabii. Sonra köylerine davet ediliyoruz. Evlerin duvarları topraktan. Daha doğrusu killi balçıktan yapılıp kurutulmuşlar. Ayakta durabilmesi için ahşapla güçlendirilmiş tavanları var. Küçük pencereciklerden ışık sızıyor içeri. Klostrofobisi olanların içeride bir dakika durması mümkün değil. Afrika sıcağında pişmiş toprağa, sinmiş ağır koku da cabası. Etrafınızı hayatın parçası kara sinekler sarıyor içeride. Şüpheci hanımlar bu evlerin gösteri amaçlı olduğunu, içlerinde Masailerin o pırıl pırıl kostümlerini koyacakları bir dolap bile olmadığını düşünüyorlar. Kibarlık bir yana evin içinde daha fazla durmak kabil değil. Kendimizi dışarı atıyoruz. Ama daha “ağırlanmanın” başındayız.

Tekno-Maasai
Köyde faydalı bilgiler de öğreniyoruz. Örneğin erkeklerin alacağı kadın sayısını, erkeğin sahip olduğu büyükbaş hayvan sayısı belirliyormuş. Bize kaç kadınımız olduğunu soruyorlar. Bir cevabını alınca halimize acıyorlar haliyle. İçlerinden en iri yarı ve meraklı olanına kamera kullanmayı gösteriyorum. Sonra elinde kamera bizi köyün içinde çekmeye başlıyor. Bir yükten kurtuldum en azından. Sonra Dickson elinde çeşitli kökler ve ağaç kabukları ile beliriyor. Şef olan babasından öğrendiği şifacılık sanatının inceliklerini anlatıyor. Üç adet ana soruna karşı üç adet çözümleri var zaten; birincisi büyükbaşı dolayısıyla kadını çok olan erkekler için Afrika viagrası, ikincisi aslanlardan kaçmak için eklemlerini güçlendiren kökler, sonuncusu da viagra kullanan erkeklerden hamile kalan kadınların kolay doğum yapmasını sağlayan bitkiler. Bu üç yöntem Maasailerin soylarını devam ettirmelerini sağlamış bugüne kadar. 

Mother of Flies
Şimdi işin en ikircikli yerine geldik. Düzenek köyden çıkışımız bir elişi (Çin işi) incik boncuk pazarının içinden geçeceğimiz şekilde ayarlanmış. Şefin oğlu Dickson grubu hemen ikiye bölüyor. Alış-veriş sırasında birbirimizin aklını çelmeyelim. Postmodern pazarlama teknikleri uygulanıyor alenen. Hemen hepsi aynı ürünlerin sergilendiği ve başlarında bir çocuk ve kadın olan incik boncuk çeşitlerinden seçmemizi, pazarlığı sonra yapacağımızı söylüyorlar. Her yaygının önünde standard duygu sömürüsü “please promote them”...  ne demekse. 

Kongo Kralı Nzinga Mbemba’nın, ülkesine dadanan gözü dönmüş Avrupalı tüccarları şikayet ettiği bir mektubu var Portekiz Kralı III.Joao’ya: ”Halkımızın büyük çoğunluğu, krallığımıza insanlarınız tarafından getirilen ülkeniz mallarına ve diğer şeylere karşı çok büyük arzu duyuyor; insanlarınız doymak bilmek iştahlarını tatmin amacıyla birçok insanımızı, özgür insaları esir alıyor...”(*) Yani özetle batının mallarına hayran olup özgürlüklerini kaybeden insanlarından yakınıyor. Ne kadar günümüzden bir parça aslında. Maasailer sanki bize incik boncuk satarak beş yüz yıldır süregelen esaretin öcünü almaya çalışıyor gibiler. “Promote them” “sizin yüzünüzden geri kalan bu insanlara yardım edin” mi demek oluyor? İyi de Portekizliyi, İngilizi, Almanı seçmek yerine neden biz bahtsız Türkler? :) Çinliler ise zamanında sadece iki zürafa ile geri dönüp yapamadıkları ticaretin acısını şimdi misliyle çıkartıyorlar anlaşılan.

Güzel bakışlılar
Birkaç incik boncuk ile şimşir kaşık vs alıp ortamdan kaçmaya çalışıyoruz. Pazar çıkışında Dickson eline bir tebeşir alıp kara tahta yerine kolunu kullanarak pazarlığı 200 dolardan açıyor! Aldığımız şeyleri hani Ali Express’den istesek belki 3 dolar falan veririz. Sol tarafa o 200 yazınca ben de sağa 10 yazıyorum. Bu şekilde 15 dakika at pazarlığı yapıp, Dickson’ın bütün kolunu doldurunca, köyde rehin kalmadan kurtulacağımız bir meblağa anlaşıyoruz. Diğer arkadaşlarımız bizden bonkörler. O yüzden onlara çıkışta doğada ateş yakma seti hediye edilecek. 

Pazar yeri bitti. Ama Maasai düzeneği bitmedi. Sırada köy ilkokulu var. Tek sınıflı teneke çevrili barakada gözleri pırıl pırıl boy boy o çocukları görünce gardımız düşüyor haliyle. Hepsi bizle oyun oynamak ve tanışmak için çırpınıyorlar. Toplu İngilizce şarkı da söyleyerek bizi uğurluyorlar. Biz de tüm seyahatin ekstraları için ayırdığımız nakitleri tüketerek köyden -kaçarak- uzaklaşıyoruz. 

Bugün yemek sonrası kısa bir dinlenme şansımız oluyor. Akşamüstü tekrar yollardayız. Amboseli’yi biraz yukarıdan görmek üzere bir seyir tepesine çıkıyoruz. Buradan halen yüzünü göstermekte olan Kilimanjaro ve uçsuz bucaksız Tanzanya’ya kadar uzan savanlar ayaklarımızın altında. Gerçekten ayaklarımızın altında zira vahşi doğada aracı terketmemize izin verilen nadir yerlerden birisi. Birazdan zengin bir Çinli turist kafilesi geliyor. Otelleri kendilerine beyaz örtülü masalarda şampanya ikramı yapıyor. Biz de sularımızı içerek biraz onları izliyoruz. Akşam ışığında "Işıldayan Dağ"ın gerçek yüzünü görüyoruz. Işık azalıp pırıltılar yokolunca tepede küçücük kalmış buzul yapayalnız görülüyor. 2030’da tamamen erimiş olması bekleniyormuş.

Afrika Gecesinin Yüzü
Gecenin hakimi
Artık gün batıyor ve kampa dönme vakti geldi. Savanların üstü turuncuya ve kırmızıya dönmeye başladı. Zürafalar tarafından kertildikleri için sadece taç kısımları kalmış akasyaların arkasında batan güneş o şahane Afrika klişesini sunuyor. Boniface kendisinden istediğimiz zürafa-akasya-günbatımı klişesini yakalayamasa da, fil sürüleri ve eşlikçileri olan kuşların sundukları manzara da hiç aşağı kalır değil. Aldığımız bir telsiz ihbarı ile "simba"yı yakalamaya çalışsak da sadece çalıların arasında kaybolan kuyruğuna yetişebiliyoruz. Günbatımında çok vakit geçirince pek tavsiye edilmediği şekilde kamp yoluna karanlıkta düşmemiz gerekiyor. Kampa oldukça yaklaşmışken yolumuzu bir “papa” fil kesiyor. Kesiyor dediysem cidden yolu kapatıp bize doğru yaklaşmaya başlıyor. Yetişkin bir erkek Afrika filinin 7 ton kadar çektiğini, bizim de aracımızla beraber toplam ağrılığımızın 3 tonu geçmediğini varsayarsak sıkı bir momentum sorunu ile karşı karşıyayız. Başta gülsek de filin yoldan çekilmek gibi bir niyeti olmadığını anlayınca biraz endişeleniyoruz. Şürücümüz ışıklarını kapatıp açıp kornaya basmaya başlıyor. Araç artık geri viteste.  Neyse ki, “papa” bölgenin hakiminin kim olduğunu bu seferlik hatırlatmakla yetinerek kendi yoluna gidiyor. Boniface yüzündeki teri silerek biz kampa ulaştırıyor. Bu stresten sonra dinlenme vakti.

3.gün
Amboseli’den ayrılma vakti geldi. Dün gece yine eşini görmeye gideceğini söyleyen Boniface’in aracı 1 (bir) km yol yapmış. Romantiklerimizde bir hayal kırıklığı haliyle.  

Gözkyüzü pembe suyüzü pembe
Fillere, bufalolara ve flamingolara veda etmek üzere son bir game-drive ve ardından programladığımız gibi Naivasha Gölü yolundayız. Tanker trafiği arasıdan Nairobi’yi çevre yolundan geçerek Rift Valley yoluna sapıyoruz. Burada artık otoyol bitiyor. Çinli müteahhitlerin çalışması devam etmekte. Yakında daha kolay seyahat edilecek anlaşılan. Dağlık araziden vadiyi seyrederek gideceğimizi düşünürken öyle bir trafiğe takılıyoruz ki artık sürücü yetenekleri değil de hisleri ön planı çıkıyor. İstanbul gibi vahşi doğada bile çok araba kullanmışken burada pek mümkün gözükmüyor. İyi ki araba kiralamamışız. bu kadar kötü sürüş deneyimini bir de Kuzey Vietnam'da Sapa'ya giderken yaşamıştık. Yol boyu kasabalaşmaya çalışan köyler ve tamamen yol etrafına odaklanmış bir ekonomik hareketlilik var. Günydoğu ve Kuzey Irak yerleşim dokusunu çok andırıyor.

Artık Kikuyu ve Kalanjinlerin yoğun olduğu topraklardayız. Naivasha’ya yaklaştıkça insanlar daha hareketli görünüyorlar. Çocukların hepsi okuldan neredeyse koşarak evlerine dönme telaşındalar. Bu okuldan nefret ettikleri için değil ama -en azından öyle tahmin ediyoruz-. Kalenjinler Dünyadaki en çok maraton olimpiyat şampiyonu çıkaran topluluk . Bu çocukların da en büyük hayallerinin bir gün olimpiyat şampiyonu olmak olduğu anlaşılıyor. Her biri araçlarla bir yarışa giriyor. Yaklaşık altı saatlik yolculuğun ardından Boniface zor da olsa bizi ikindi vakti Naivasha’da konaklayacağımız yere ulaştırıyor.

Açık Hayvanat Bahçesi - Naivasha
Tanışalım mı?
Kampın ana kapısını geçince karşılama komitesi olarak iki zürafa önümüze geçiyor. Bunlar buranın sürekli sakinleri anlaşılan. Aramızda ne bir çit ne de tel örgü. İleride zebralar otluyor. Resepsiyonda giriş yaparken bir de imzalamak üzere bir kağıt uzatıyorlar; bir feragatname. Yani kampta serbest hayvanların olduğunu, odalarımızdan restorana ve diğer tesislere ulaşırken “ranger” çağırmamız gerektiği ve bu şartları baştan kabul ederek başımıza geleceklerden kampı sorumlu tutmayacağımızı belirten bir döküman! 

Naivasha Gölünün hemen kıyısındayız ve bu göl aynı zamanda su aygırları ile meşhur. Şirin ve naif gözüken bu dev cüsseli hayvanlar bizim seyahati yaptığımız yılın ilk 8 ayında altı turisti öldürmüşlerdi bile. Son kurbanları da yakından fotoğraflarını çekmeye çalışan bir Çinli turistti. Bu nedenle konaklama tesisleri bazı konuları ileri seviyede ciddi almaya başlamışlar. İyi ki tura daha mülayim hayvanatın barındığı Amboseli’den başlamışız. 

Hızlı bir ikindi yemeğinin ardından Naivasha’daki tek günümüzde ziyaret edeceğimiz Crescent adasına doğru yola çıkıyoruz. 

Out of Africa
Kikuyu balıkçıları
Crescent adasına ulaşmak için kıçtan takma basit bir motoru olan uzun bir yöresel kayığa biniyoruz. Kayıkçı can yelekleri dağıtıyor. Usulca barınaktan çıkıyoruz. Her yanımız su aygırlarının böğürtüleri. Yani içinde bulunduğumuz yılın ilk 8 ayında altı turisti halletmiş şirin hayvanların. Suya düşersek can yeleklerimiz bu hayvanlara karşı ne yapabilir diye merak ederken az ilerimizde Kikuyuları yarı bellerine kadar suya girmiş balık avlarken görünce biraz rahatlıyoruz. Herkesin işgal ettiği alana saygı gösterildikçe barış içinde yaşamak mümkün olabiliyor demek ki.  

Etrafımızda herhalde Dünyadaki tüm kuş cennetlerindeki kadar kuş çeşitliliği var. Heronlar, sarı gagalı leylekler, türlü balıkçıl, karabatak ve balıkçı kartalla ile türünü bilemediğimiz binlerce daha küçük kuşun şöleni. Kayıkçı yakındaki balıkçıdan bir sazan alıp biraz açılıyor. Sonra elinde tuttuğu sazanı az ötedeki akasyalara tünemiş olan balıkçı kartala göstererek suya fırlatıyor. Birkaç denemeden sonra kartal balığı yakalamayı başarıyor. Bu da turizme yönelik bir simbiyotik ilişki türü. Su aygırlı riskini saymazsak Naivasha gölü kıyıları biyolojik çeşitlilik açısından bir cennet. 

Hippo ve arkada Heron
Kayıkçı tekneyi kıyıya yanaştırıp bizi aşağı indiriyor. Ayaklarımız bir kez daha yere basıyor. Crescent adasına Out of Africa filmi için getirilen türlü hayvan burada bırakılmış ve doğal çiti su olan bir hayvanat bahçesi oluşturulmuş. Yanınızda bir “ranger” varsa bu doğal alanda serbestçe dolaşmanıza izin var. Karşılama komitesi yine zürafalar. Ekipten birileri yanlarına fazla yaklaşınca o da ayağını yere vurarak sınırlarımızı hatırlatıyor. Yarattığı vibrasyon 4 büyüklüğünde deprem gibi! Onların arasından geçip ilerideki türlü antilop çeşidi (maalesef Türkçede sadece antilop olarak geçen, waterbuck, wildebeest, roan vb) ,impala ve ceylan gruplarına doğru yaklaşıyoruz. Ranger bizi bufalolara karşı özellikle uyarıyor. Bir bufalo size karşı hareketlendiği anda kurtulma şanısınız sadece silahlı olmanıza bağlı. İleride göl kıyısında büyük bir pelikan topluluğu. Hepsine sadece adım mesafesindeyiz. Crescent adası birgün safari yaparsanız atlanmayacak bir deneyim. 

Alice in Wonderland
İleride sazlardan yapılmış bir kulübeye geliyoruz. Out of Africa filminde kabilenin şefiyle çocukları okula gönderme pazarlığının yapıldığı kulübe imiş. Günbatımı akasyaların arasında türlü turuncu gölgeler oluşturmaya başlayınca çalıların arasında beliren ceylanlar kendimizi Alice Harikalar Diyarında imişcesine hissetmemize neden oluyor. Sihirli parmaklarca hazırlanmış bir dekorun içindeyiz sanki. Hatta fotoğraflar bili bir stüdyoda çekilmiş gibi çıkıyor. Hava daha fazla kararmadan bu masal diyarından ayrılmak durumundayız, dönüş yolumuzdaki su aygırcıkları akşamları biraz daha agresif olabiliyorlarmış.

Kampa döndüğümüzde Nairobi’ye daha yakın olduğumuz için Boniface’e eşini görmeye gidip gitmeyeceğini soruyoruz, “Tabii ki” diyor, “No mama, no sleep”. 

Bahşiş Ülkesi 
İmzaladığımız feragatnameye istinaden yemeğe gitmek için bir ranger çağırıyoruz. Bizi odamızdan alıp restorana götürüyor. Ortalık gayet sakin gözüküyor. Yemek sonrası ellerinde copları ile bekleyen ranger’lardan birisinden odamıza kadar eşlik etmesini istiyoruz. Gece yine sakin gözüküyor. Kimimize göre bu ranger işi sadece biraz daha çok bahşiş toplamayla ilgili. Kenya’da bahşişsiz an pek geçmiyor. Pek çok çalışanın sanki tek geçim kaynağı bahşişler, maaş bile alıyorlar mı şüpheli. Seyahat edeceklerin yanında mutlaka bahşiş için gerekli miktarda küçük nakit bulundurmasında fayda var. Günlük kişi başı en az 20 dolar gibi bir rakam bahşişe gitmekte. Biz de biraz işin aslını öğrenelim diye yanımızdaki ranger’a “ee burada hayvan falan yok ki, ne iş?” diye bir soru soruyoruz. Gülerek elinde tuttuğu fenerle karşımızdaki alanı aydınlatıyor; birkaç su aygırı gölden çıkmış çalıları kemirmekle meşguller odaların hemen önünde! Aramızda da bir engel yok. Aslında otobur olan bu sevimli katileri görünce ranger’a da yüklü bir bahşiş bırakıyoruz haliyle.

Naivasha'da sabah
Bu kadar çok bufalonun olduğu ülkede özellikle et yapmayı hiç bilmemeleri biraz garip. Biz de su temizliği sorunu olduğundan olabildiğince çiğ meyve ve sebze yememeye çalışıyoruz. Yine de üçüncü gecenin sabaha karşısında bir mide spazmı ve titreme ile uyanıyorum. “Sıtma mı oldum acaba?“ diye düşünüp bir mide ilacı almaya çalışırken pencerenin önünde bir zürafa ile burun buruna geliyorum. Gülsem mi ağlasam mı?

Kötü geçen bir gecenin ardından gündoğumu festivalinde uyanıyoruz. Bugün game-drive yok. Hell’s Gate’e gideceğiz. Bu nedenle göl kıyısında doğan güneşin önünde yürümek istiyoruz. Meraklı zürafalar ağacın arkasına saklanıp kendilerine çelme takmaya çalışan turistleri ve onları dehşetle izleyen ranger’ları izliyorlar.  Göl kenarı yine onlarca tür kuş ile yeni güne hazırlanıyor. Bizim de bu cennetteki çok kısa ziyaretimiz sona eriyor. 

Hell’s Gate
Rift Valley’in özel noktalarından birisi Hell’s Gate ama Rodin’in yaptığından oldukça farklı anlamda bu kapı. Rift Valley  Dünya üzerindeki bilinen ilk insansı türlerin ortaya çıktığı yer.  Naivasha ile arası bir saatten az. Hell’s Gate’de kendine güvenenler Milli Parkın girişinde bisiklete binebiliyorlar. Hell’s Gate ziyaretçilere kısa bir trekking rotası sunduğu için tercih ediliyor. Bisiklete binenler zebra, yaban domuzları ve zürafalar arasından geçen yolun keyfini arada engel olmaksızın yaşıyorlar. Bunu yapabileceğiniz iki milli parktan birisindeyiz.  Bölgedeki tektonik oluşumlar ve iki doğal tektonik kule peyzaja ayrı güzellik katıyor. Ayrıca jeotermal yapı nedeni ile pek çok yerden su buharı çıkışı gözlemliyoruz. Planlanan jeotermal elektrik üretim tesisleri bölgedeki doğal güzelliği tehdit edecek gibi gözüküyor. 

Kanyonda 
1900’lerin başında patlayan Longonot volkanın püskürttüğü küllerin kalıntıları yer yer hala görülebiliyor. Bu patlamada söylendiğine göre 30 bin kadar Maasai hayatını kaybetmiş. Bu nedenle de cehennemin kapısı olarak adlandırılmış bu bölge. Bir anlamda insanlığın ortaya çıktığı yerde cehennemin kapılarının da açılmış olması çok ironik. İnsan yoksa cehennem de yok!

Bisiklet rotasının sonunda kanyonda küçük bir trekking bizi bekliyor. Yerel bir rehberle kanyona iniyoruz. Kanyonun içinde lavların şekillendirdiği yamaçlar çok belirgin. Rota kimi yerlerde küçük ve eğlenceli tırmanışlar da içeriyor. Araçlarda uzun süre yolculuk edenler için biraz hareket zamanı.

Kanyon çıkışında Maasailerin sattıklarında daha otantik ve kaliteli elişi ürünler buluyoruz. Paraların çoğu gittmişti ama :)


Nakuru
Nakuru doğası
Maasai Mara öncesi son durağımız Nakuru olacak. Harita üzerinde öyle gözükmese de Nakuru’ya varmamız yine 3 saat alıyor. Bu da milli parkın girişi sadece. Milli parkın içinde de kalacağımız kampa ulaşmamız yine bir saat kadar sürüyor. Milli Parkın girişinde aracımıza aldığımız çalışan kampı arayarak öğlen yemeğinden kalanları saklamalarını söylüyor. Yol oldukça zorlu. Bazı sert çıkışları 4x4 araç iki üç denemede alabiliyor. Dün kaldığımız gölün yanıbaşındaki tesisten farklı olarak Nakuru Gölüne bir tepeden bakıyoruz.

Yine dinlenme için pek vakit yok. Akşamüstü game-drive’ına çıkacağız. Ama bu sefer grupta fire oluyor. Bu tempo biraz fazla geldi. Nakuru’nun göl fauna ve florasının güzelliği yanında gergedanları meşhur. Hatta soyu tükenmekte olan kara-gergedan sadece burada bulunuyormuş. Yine engebeli araziden göl kıyısına iniyoruz. Bu gölün de peyzaj güzelliği Naivasha’yı aratmaz. İlk izlenim daha az kuş türü olduğu yolunda ve hippo da yok. 

Majesteleri
King and the Throne
Boniface bir telsiz anonsundan sonra birden hızlanıyor. Bütün mafsallarımız laçka olurcasına bir koşturma başlıyor. Kesin “simba” alarmı. Çok geçmeden yol kıyısında park etmiş iki safari aracı görüyoruz, yanlarına yerleşiyoruz. Ve majesteleri karşımızda. Amboselide çalıların arasında kaybolan kuyruğunu gördüğümüz simba, burada bir ağacın üstünde, hem de çift olarak. Kral ve Tahtı. Aslan Kralı çekenler özellikle sabah gittiğimiz Hell’s Gate topolojisini modelleyerek o ihtişamı yaratmak istemişler. Gelip bir de tahtındaki kralı görselerdi keşke. Yırtıcılar eğer ağacın üstündelerse büyük olasılıkla avlarını korumak amacıyla çıkmışlardır. Yoksa kendileri ile asalak ilişkide olan ve sıkı sık karşımıza çıkan benekli sırtlanlardan avlarını korumaları son derece güç. Sırtlanlar ağaca tırmanamıyorlar. Arka taraftaki akasyalar bu muhteşem manzarayı tamamlıyor. Belgesellerde bile nadir görülecek bir görüntü var aslında. Elde var 3. Boniface iyi bir bahşişi hakediyor. 

Sakin bir gecenin ardından sabah erken kalkarak tesisten ayrılıyoruz. Önce game-drive sonra da Mara yolları taştan.
Göl kıyısından indiğimizde önce bufalolar ve eşlikçileri akbalıkçılar karşılıyor bizi. Biraz açık alana çıkınca dev gergedanları görüyoruz. Zebralar ve yaban domuzları ile uyum içinde gözüküyorlar. Bizim gördüklerimizin burunları ve boynuzları kara sadece. Bu nesli tükenen tür mü yoksa melez bir tür mü olduğu anlaşılmıyor. Yine de çayırda zırhlı Alman panzerleri kadar heybetliler. Elde var 4. 

Panzer
Sulak alana ulaşınca otomatik silahlı bir ranger'a rastlıyoruz. Biraz konuşunca araçtan inmemize izin veriyor ve bufaloların arasıdan flamingolara doğru yürüyoruz. Silahlı birisi olmadan bizi pis pis kesmeye başlayan bufaloların arasında yürümek cesaret isterdi. Bugün yolumuz uzun olduğundan flamingolara erken veda ediyoruz. Ama Boniface bizi dün laf arasında geçen bir panaromik noktaya götürmek istiyor; Out of Africa’nın bir sahnesi o noktada çekilmiş. Kenya kendisini bu filmle bulmuş gibi sanki. Varoluşlarını bir filme ve hatıralarını yazarı Karen Blixen’e borçluymuşcasına saygı gösteriyorlar. Kenyalıların saygısını kazanmış bir diğer beyaz kadın Joy Adamson’a daha sonra değineceğiz. Biz de merakla yola düşüyoruz. İyi de Milli Parkın içinde bir buçuk saat gittikten sonra yine aynı yollardan geçmeye başlayınca kaybolduğumuz anlaşılılıyor. İnatçı izcimiz bir saat daha uğraşıp istediği noktayı buluyor. Hakuna Matata! Buradan Nakuru gölü kuş bakışı görülüyor. Kendisini misafirlerine en iyileri göstermeye adamışlığına hayran olmamak elde değil.

Bu kayboluş bize yaklaşık iki saate maloluyor. Seyahatin en zorlu yoluna çıkacağız ama grup da ilk günkü kadar sağlam sayılmaz. 

Mara Yolları Çukurdan
Nakuru’dan çıkıp, güneye Maasai Mara’ya doğru yollanıyoruz. Başlangıçta yoğun bir trafik olsa da giderek azalıyor. Trafik azaldıkça yol kalitesi de giderek düşüyor. Çinli müteahhitlerin yapmakta olduğu yol iyileştirme çalışmalarında öyle sıkı önlemler de göze çarpmıyor, her an bir hendeğe uçabilirsiniz. Birkaç yıla kadar çok daha iyi yollarda seyahat etmek mümkün olacak gibi. Bunun Maasai Mara’nın ekolojisini iyi yönde etkileyeceğini sanmıyorum oysa. Hele Tanzanya’nın sınırdan geçirmek istediği bir otoyol projesi var ki, bu Mara ile Serengeti’yi ikiye bölebilir. Ama doğa biz insanların çizdiği yapay çizgilere göre işlemiyor. Mara ile Serengeti arasında her yıl iki milyon hayvan göç etmekte. Her iki bölgedeki yırtıcıların da tek “geçim kaynağı” bu göçeden öküz kafalı antilop sürüleri ile onlara eşlik eden zebralar. 

Çamaşır vakti
Anayoldan çıkıp Mara yönüne döndükten sonra daha pastoral bir ortam ile karşılaşıyoruz. Yol boyu çirkin ticari işletmelerin yerini köyler almaya başlıyor. Afrika’nın pek çok yerinde olduğu gibi burada da suya ulaşımın büyük sorun olduğu anlaşılmakta. Yolboyu kıyısında buldukları su birikintileri içinde çamaşır çitileyen kadınlar dolu.

Yol artık iyice bozuldu. Yol demek mümkün değil aslında. Dört çekerin nadiren dört tekerleği birden yere değiyor. Yanımıza aldığımız boyunluk, bel desteği ve yastıklar hak getire. Zaten 5 gündür koşturan grup artık su kaynatmak üzere. Hani direk Nairobi’ye dönüyoruz desek itiraz eden az olur :) Şimdiden herkesi bir de dönüş yolu sıkıntısı bastı.  Bu uzun yollarda kitap okumak mümkün değil pek. Ama yanınıza sesli-kitaplar alırsanız daha iyi vakit geçirebilirsiniz. Hakuna matata.

Engelli maraton iki saat kadar sonra Maasai Mara National Reserve’in kapısında sona eriyor. Burası Kenya’da turizmin en hareketli noktası. Belki yüz metre araç kuyruğu. Her yer incik boncuk satmaya çalışan Maasailerle çevrilmiş halde. Ama kimsenin kafasını kaldıracak hali kalmamış, son konaklama mekanımıza varmayı ister haldeyiz. Boniface aynı kanıda değil ama.

Maasai Mara 
Boniface Mara’ya beklenenden geç vardığımız için öğleden sonraki game-drive’a hemen başlayacağımızı, kampa da akşam yemeğine gideceğimizi söylüyor. Bizden daha hevesli olduğu için kendisini kırmıyoruz. Mara’da alışılmışın dışında sadece kafalarını görebildiğimiz beş çita tarafından karşılanıyoruz. Bunlar kendilerini kesin Scarlett Johansson falan sanıyorlardır; üzerlerine yöneltilen objektifler kalite ve sayı bakımından Oscar ödül töreni girişini aratmaz. 

Serengetide sağanak
Sonra alabildiğine Mara çayırları. Çayırlardaki yalnız ağaçlar antilop sürüler için nirengi noktası gibiler. Akşamüstü Serengeti taraflarında sağanaklar başlıyor. Batan güneşin yüzmeleri bulutların arasından Mara çayırlarını aydınlatıyor. Yağmurun kokusu bu taraflara gelmeye başladığında iki milyon kadar taze ot peşinde koşan öküz kafalı antilop (wildebeest) harekete geçecek. Bu hareketliliği bekleyen yırtıcılar sanki güç toplamak için saklanmış durumdalar. Ortada gözükmüyorlar. Biz de iki gece konaklayacağımız kampa giriş yapıyoruz. Burası gerçek bir safari kampı gibi. Tam Mara nehrininin kıyısında her türlü konforun sağlandığı çadırlarda kalacağız. Hemen yüz metre kadar ilerimizde onlarca hipponun böğürtüsü seyir verandalarını sarıyor. Görev adamı Boniface ertesi gün tam-gün game-drive yapmak istiyor. Mara çok büyük ve ancak göreceğiz. Ama bunun için öğlen yemek üzere picnic-lunch hazırlatmamız gerekli. Bunu da 19:30’a kadar bildirmemiz gerekiyormuş! Kamp meğerse askeri kampmış :) Grup o kadar yorgun düşmüş ki tüm gün hayvan peşinde koşma fikrine sıcak bakılmıyor. 

Mara nehri kıyısında gece soğuk. Çadırların her köşesi kapatılmış olsa bile yetmeyeceği düşünen kamp yöneticileri odalara termofor yolluyorlar. Gerçekten de sabaha karşı nem ve soğuk kemiklerimizi zonklatıyor. Sabah 6’da kapımız çalınıyor. Uykulu gözlerle açınca karşımdaki görevli “how are you?” diyor! Gece timsah ya da hippolara yem olup olmadığımızı kontrol ediyor anlaşılan. Bu kadar ihtimam fazla bana.

Tepemi attırmayın!
Sabah game-drive’ına grubun yarısı katılamıyor. Biz de Amerikalı zengin turistler gibi koca 4x4’e iki kişi binip yollanıyoruz. Havamız artıyor :) Dakika bir gol bir çalılıkta iki aslana rastlıyoruz. Büyükçe bir bufaloyu kıstırmaya çalışıyorlar. Yardımlarına iki aslan daha geliyor ama bufalo çetin ceviz. Topunu önüne katıp kovalamaya başlıyor. Bize böyle anlatılmamıştı oysa. Biz de çeteyi takip ediyoruz. Nakuru’da yaklaşık yüz metre gördüğümüz simbalara bu sefer 5-10 metre kadar yaklaşabiliyoruz. Karizmayı çizdirdiklerinden olsa gerek bizi görmezden gelmeye çalışıyorlar. Epey portrelerini çekiyoruz. Boniface Mara’ya gelmezden önce sayamayacağımız kadar aslan göreceğimizi söylemişti. Haklı anlaşılan. 





Büyük Göçün Peşinde
Toplaşma
Tabii bizim Maasai Mara’ya gelmemizin asıl nedeni küçük bir olasılık da olsa büyük göçe tanıklık etmek. Sadece iki gece geçireceğimiz bir yerde şansımızın az olduğunun farkındayız. Göç sırasındaki en büyük katliamların yaşandığı Mara nehir geçişini görmek üzere nehir boyu yol alıyoruz. Nehir timsah dolu. Yanlarında da kankaları hippolar. Birbirlerine saygılı şekilde hayatlarını sürdürüyorlar. Nehirden gelip geçen yok ama. Bunun üzerine Boniface bizi Mara Üçgeni olarak adlandırılan alanın kuzeyine Narok County tarafına geçiriyor. Narok eyaletinin yollara daha iyi baktığı kesin. Yavaş yavaş hayvan popülasyonlardaki artış göze çarpıyor. Sonra izcimiz eliyle koymuş gibi wildebeest’leri buluyor, onbinlercesini.

Gerçekten özel bir manzara. Hareket halinde olmasalar bile harekete geçtiklerini hayal edebiliyorsunuz. Aralarında yine birkaç zebra bulunduruyorlar. Anlatılana göre zebralar tehlikeyi çok daha önceden sezdiklerinden tüm sürü için büyük fayda sağlıyorlar. Bu kadar büyük sürülerin içinde yem olma ihtimalleri de zayıfladığından görece düşük olan popülasyonlarını korumayı başarıyorlar. Yine güzel bir simbiyotik ilişki anlayacağınız. Narok County tarafında çok ayrı güzellikte antilop türleri var ama sanırım en güzelleri portrelerini çekmemize izin veren Tsessebe türü -bazen Topy türü ile karıştırılıyorlarmış-. Sanki birisi eline fırçayı alıp derilerine kamuflaj yapmış gibi. 

Privacy Please!
Kampa dönüşe geçtikten bir süre sonra bir su geçişinin ortasında duruyoruz. Sol tarafı işaret ediyor Boniface; “balayı aslanları”. O kadar kamufle olmuşlar ki nasıl gördü anlamak mümkün değil. Biz de bu mahrem durumu “rahatsız etmeden” kameraya almaya çalışıyoruz. Oysa sabunlar çoktan yerlerini almışlar, patlamış mısır yiyerek halvet halindeki aslanları izliyorlar. Çok arsızlar canım…

Öğle dinlencesinin ardından bu sefer tam kadro Mara çayırlarına tekrar çıkıyoruz. Nehir boyunca göç başlar mı diye boşuna bakınırken birden duruyoruz. Lastik patladı. Metrekareye en çok yırtıcının düştüğü bir alanda sevimsiz bir durum. Boniface’in elindeki teçhizat da o lastiği değiştirmek için yeterli gelmiyor; krikoları arızalı! Neyse ki durumu gören diğer birkaç aracın daha teçhizatlı sürücüleri yardım ediyorlar. Hakuna matata durumu. Biz de normalde yasak olmasına rağmen zemine ayak basma fırsatı yakalıyoruz. Daha önce Boniface araçtan inen birisine bir hayvan saldırırsa kılını kıpırdatmayacağını söylemişti. Kurallar belliydi. Aynı şey lastik için kan ter içinde uğraşan kendisine olsaydı biz ne yapmalıydık bir soru işareti olarak kalıyor.

Yanlış anlaşılacak...
Lastik kaynaklı gecikme sonrası günbatımında tekrar aslanların peşine düşüyoruz. Çayır dışında bizim hiçbir şey görmediğimiz bir alanda “işte buradalar” diyor. Boniface. Eliyle koymuş gibi sarmaş dolaş yatan iki erkek (!) aslanı buluyor. Aramızda beş metre var yok. Ne kadar çeşitli tür aslana rastladık Afrika’da; ağaç aslanı, balayı aslanı, tüyen aslan, gay aslan, şirin aslan ve diğerleri :) Aslanlar bizi pek umursamadıklarından türlü pozlarını çekme şansı yakalıyoruz. Aslan-akasya-günbatımı üçlüsü olmasa da en azından ikilisini çekme şansı oluyor.

Dönüş yolunda Mara çayırlarında büyük bir yangın başlıyor. Özellikle büyük göçü geciktirmek için yakıyorlarmış. Yakılan çayırlar yağmur sonrası hızla yeşillendiğinden öküz kafalı antiloplar da yerlerinden ayrılmak için daha isteksiz oluyorlarmış. Hayvanlar Tanzanya tarafına geçince turizm de doğal olarak Serengeti’ye kayıyor zira. Tanzanya ile Kenya arasında ciddi bir turizm soğuk savaşı sürmekte. Karşılıklı hamleler ekolojik bedel pahasına yapılabiliyor.  

Nairobi’ye Dönüş
Bakakalırım giden balonun ardından.
Safari’de yedinci günümüz. Bu akşam Nairobi’de olacağız. Sabah yine kısa bir game-drive’ın ardından yola düşüyoruz. Zebralara, antiloplara ve diğer yırtıcılara elveda demek vakti. Büyük Beşin dördünü görebildik. Leoparı olmasa da bir noktada ağaç üzerine sakladığı avını görebildik. Leopar da diğer sefere. Maasai Mara'da balona da binmek isterdik ama kişibaşı 400 dolarlık fiyatı kimler veriyor merak etmekle kaldık.

Yine uzun ve bol engebeli bir o kadar da trafikli yolculuğun ardından akşam Nairobi şehir merkezindeki otelimize varıyoruz. Her tarafımız dökülüyor. Akşam yemeğine çıkmak için bile güç bulamıyoruz kendimizde. Otelde sızıp kalıyoruz. 

Boniface’ten rica ettik son günümüzde de bize eşlik edecek, Nairobi’de görülecek yerleri gösterecek. İlki film yetimhanesi. Ancak yolumuz bir öğrenci gösterisi tarafından kesiliyor. Daha önce yolumuz kesen filden daha tehlikeli bir durum. Çeşitli araçlar zarar görmüş ve bir kalkışmanın ortasında kalma ihtimali var. Keskin birkaç manevra ile ortamdan hızla kaçıyoruz. 


Mohini yetimhanesi
Burası en ilgi çeken turistik merkezlerden birisi. Doğada anneleri öldüğü için kendilerine bakamayacak durumda kalmış mohiniler burada itinayla besleniyorlar. Daha sonra doğal ortamlarına alıştırılıp onları kabul etme ihtimalleri olan sürülere “yamanıyorlar”. Üzerlerine gps cihazları da takıldığı için vahşi doğada ömür boyu izlenebiliyorlar. Projeye destek olmak isteseniz yıllık bir ücret karşılığı bir fil evlat edinebiliyor, ne yaptığını olmasa bile nerede olduğunu takip edebiliyorsunuz. 

Bu korumacı kültüre değinmişken Kenya tarihindeki ikinci önemli kadın Joy Adamson’a parantez açmadan olmaz. Eşi doğa koruma muhafızı olarak bir safarideyken dişi bir aslanın saldırısına uğradığında öldürmek zorunda kalıyor. Ama aslanın üç yavrusu var.  İki yavru bir hayvanat bahçesine gönderiliyor ama en ünlüsü kitaba, filme ve dizilere (Born Free) de konu olmuş olan Elsa, çift tarafından evlat ediniliyor. Elsa daha sonra doğaya adapte edilerek tekrar vahşi hayata dönüyor. Böylece tekrar doğaya döndürülmüş ilk aslan olarak tarihe geçiyor. Kendisini doğal hayatın korunmasına adamış Joy Adamson 1980’de bir milli parkta ölü olarak bulunuyor. Başlangıçta bir aslan tarafından parçalandığı düşünülse de sonradan kaçak avcılar tarafından öldürüldüğü anlaşılıyor (***). Şimdi Kenya’da vahşi hayatın azizesi olarak görülüyor. 

sonraki durak Karen Blixen müzesi. Out of Africa'ya konu olan hatıratın yazarı ve Kenya'yı uluslararası üne kavuşturduğundan saygıları nedeniyle Nairobi’nin hemen kıyısındaki ve eskiden kahve plantasyonlarının ortasında kalan evi aynen korunmuş. Zaten bölgenin en lüks semti de bu evin etrafında oluşmuş sonradan. İki-üç odalı mütevazi bir yapı olsa da, döneminde dev kahve plantasyonları buradan yönetilmiş. Hatta yakınlarında küçük uçaklar için özel bir air-strip bile varmış. Daha önce Maasailere soyulduğumuz için buradaki 12 dolarlık ücreti ödeyip evin içine girmiyoruz, bahçesi daha güzel zaten :)

Matatu sanatı -Revenge isn't a passion, It is a disease-
Üçüncü durağımız zürafa merkezine gereksiz bir ziyaret yaptıktan sonra sıra atalarımızla buluşmaya geldi. Nairobi ulusal müzesi her tür “homo” atamızla tanışabileceğiniz bir yer. Dünya üzerindeki yaklaşık 2.5 milyon yıllık mevcudiyetimizin bu topraklarda doğmuş bir dişiye borçlu olduğumuzu düşünüyor bilim adamları.  

Akşamüstü havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Capheus'u (****) ve matatusunu da görmek istiyoruz ama öyle bir trafik var ki matatu garajına ulaşamıyoruz. Buradaki hedefler akasya-zürafa-günbatımı hedeflerinden zor. Matatular tüm Kenya'da ulaşımı sağlayan modifiye edilmiş ve kesinlikle sürücüsünün ruhsal durumuna göre desenlerle boyanmış otobüsler. Ancak birkaç tanesini fotoğraflama şansımız oluyor.  Uçağımız sabaha karşı olduğundan bu gece havaalanında bir otelde konaklayacağız. İyi ki de öyle yapmışız. 18 km’lik yolu üç buçuk saatte alabiliyoruz. Doğrudan uçağa gitmeye çalışsak kesin kaçırmıştık. Belki daha iyi olurdu… Hakuna matata.



Ender Şenkaya

Şubat 2019


Referanslar:
(*) Fergusson, Niall Uygarlık - Batı ve Ötekiler
(**) Wiesner Hanks, M.E. Erken Modern Dönemde Avrupa, çevirmen: Hamit Çalışkan
(***) http://www.wikizero.biz/- Joy Adamson
(****) sense8, The Wachowskis TV dizisi