World in my Viewfinder

12 Haziran 2018 Salı

Sinemanın Büyüsünde İzlanda


29 Ağustos - 4 Eylül 2017

İzlanda, dört tarafı denizler, volkanlar, kanyonlar ve buzullarla çevrili bir ülke olarak adlandırılabilirdi, eğer  bir lise coğrafya kitabına başlıyor olsaydık.  O zaman bir seyahat yazısına da coğrafya ile başlamak neden olmasın... Coğrafi açıdan bir bebek sayılır İzlanda; yani daha oluşum halinde. Avrasya ve Kuzey Amerika plakalarının kesişim eğrisi üzerinde ortaya çıkan adanın üzerindeki en eski kayaçlar yaklaşık 60 milyon yıl önce oluşmaya başlamış. Yaklaşık 375 milyon yıl önce oluşumuş Avrasya plakasının  herhalde coğrafi olarak torunu sayılır, İzlanda. Oluşum halinde olması ve Şanslı Enlemlerin de hayli kuzeyinde yeralması nedeniyle neolitik devrimi kıyısından ıskalarken, tüm birikimini de denizciliğe adamış bir ülkedeyiz, yaz ayının bu son günlerinde. Her ne kadar özgün adı Buz Ülkesi demek olsa da, hani Tüten Ülke (Smoking Land) veya Çağlayan Ülke (Fall Land) isimleri de fena gitmezdi bu Viking diyarına.

Volkanik kayaç yapısı henüz taze olduğundan ve her yıl da üstüne yeni bir kayaç tabakası oluşmaya devam ederken, yeterli toprak kalınlığına ulaşılamadığından olsa gerek, İzlanda’da öyle Avrupa’nın kuzeyine çıktıkça rastgelebileceğiniz sık ormanlardan bahsetmek mümkün değil. Dağları ve tepeleri kısmen İskoçyanın highlands’ini andıran yosunsu bir "halı" ve onun üzerinde de koyun örtüsü ile kaplı diyebiliriz. Pek çok film setine ev sahipliği yapmasını da o sıra dışı peyzaj güzelliğine borçlu olduğu açık. Tabii kırlarda şelalelerin çevresinde gezerken bu oluşum halindeki taze örtüye dikkatli basmanız gerekecek. İzlandalılar otlarının üzerine basılmasından hiç hoşlanmıyorlar zira.

İlk Gün
Walter Mitty Hvergerdi'de
Kopenhag üzerinden yaklaşık 4 saatlik bir uçuşla geldiğimiz bu “taze” ülkeye bir öğleden sonra ayak basıyoruz. Kuzeyin soğuk güneşi içimizi ısıtıyor. Aşırı rüzgardan kapısını uçurmadan binmeyi başardığımız kiralık aracımızla yola düşüyoruz. İlk rotamız, Hvergerdi üzerinden geceyi geçireceğimiz Laugarass. İzlanda’da ilk H2S (hidrojen sülfür) kokusuyla “sıcak” nokta olarak adlandırılan Hvergerdi’de tanışıyoruz. Ülkenin güneybatı ve güneyinde bu “güzel” yeraltı kokusu sık sık bize eşlik edecek. Termal pınarlar arasında kısa bir yürüyüş yaparken Tüten Ülkeye ayak bastığımız belli olmaya başlıyor. Kendinizi Walter Mitty’nin Gizli Dünyası’ndaki (2013) Ben Stiller’ın yerine koymanız mümkün Hvergerdi’de.



Kerid - Hususi Krater
Isınma turumuza Kerid krater gölü ile devam edeceğiz. İzlanda’daki ilk günümüzde özel arazi olduğu iddia edilen bu krater gölüne kapıdaki amcaya para ödeyerek giriyoruz. İzlandalı Sülün Osman her yerde “benim bir kraterim var” diye övünüyordur, “6500 yıl önce oluşmuş ama benim işte” :)

“Özel” krater gölünün rengi yeraltından fışkıran mineral katkısı ile görülmeye değer aslında. Çeşitli bloglarda insanlar pek çok dağbaşı noktasında yerellere para ödediklerinden şikayet etseler de, bize Bu Kerid dışında sadece bir yerde daha nasip olacak.

Gün batımı yaklaştığında ilk gecemizi geçireceğimiz Laugaras’a yollanıyoruz. Doğan yeni ay hasat edilip güzelce istiflenmiş saman balyaları üzerinde yavaşça yükselmekte. Yolumuza çıkan neo-gotik kiliselerin temel özelliği kulelerinin üzerinde haç bulunmayışı. Viking dostlarımız Odin’den medet umarak, Hristiyan istilasına hala direnmekteler sanki. Adanın özgün bir yerel halkı yok aslında. 9-11.yüzyılda batıya gitmenin yolunu bulan İskandinav kavimleri, İngiltere yerine yollarını şaşırıp İzlanda’ya yerleşmişler herhalde. 

İzlanda çayırları, Laugarass 
İlk konaklamamız bir “homestay”. Ev sahibemiz kibarca “evlerine” girerken ayakkabılarımızı çıkarmamızı rica ediyor. Biz zaten Vietnam'da otobüse binerken bile ayakkabıları çıkarmaya "alıştırıldığımız" için garipsemiyoruz. Çayıra bakan verandada bir hoşgeldin çayı hoş tabii bu ücra noktada. Odamızı gösterdiklerinde penceredeki kafes tele baktığımız görünce, merak etmememizi, İzlanda’da sivrisinek olmadığını, telin bahçedeki tavuklar için konulduğunu anlatıyor. Akşam yemeği için yakınlardaki benzin istasyonu içindeki pizzacıyı tavsiye ediyorlar. Gecikirsek ve sabah erken rahatsız etmeyelim dediğimizde, “kapıyı açıp girin” diyor, İzlanda’da pek kapı kilitlenmezmiş. Ülkede zaten hapishane de yok... Valhala’nın çayırlarının ortasındaki otelimizde bizden başka misafir yok; ortak banyoyu rahatça kullanabiliyoruz. Tek eşlikçilerimiz penceremizden bizi izleyen meraklı çiftlik atları. 

İlk gün yediğimiz benzinci pizzası herhalde İzlanda’da yediğimiz en lüks yemek oluyor. Ödediğimiz ücretten sonra bundan sonra benzinci sandviçleri ile devam edebiliriz.

2.gün
Geç batan günün ardından ikinci günümüz erken doğacak şafak ile başalayacak. Laugaras’ta kalmamızın nedeni programımızda olan Gulfoss, Geysir ve Thingvelir’in hepsine yaklaşık aynı uzaklıkta olması. Erken doğacak şafağı kaçırmamak için sabah 4:30 gibi odamızı -tabii kilitlemeden- ve üç çiftlik köpeğini atlatarak yola koyuluyoruz. Roma’da Romalı gibi davranmalı. Zaten İzlanda’daki eski bir kanuna göre Türkleri öldürmek de suç sayılmıyor, dikkatli olmalı. 

Gullfoss
Gün doğumunu Gullfoss şelalesinde karşılayacağız. Aslında bir yerin adının sonuna “foss” geliyorsa şelale demek. Yazının devamında anlam tekrarı yapmayalım. Halen mevsim yaz ama Gullfoss -1 derece sabahın 5’inde. O kadar güçlü bir akış var ki, döküldüğü yerde oluşturduğu kanyona dökülen sular neredeyse bir fay çatlağından yerin dibine gidiyor gibi gözüküyor. Gümbürdeyen şelaleye bir buz buharı içinden ve son derece kaygan kayalıklardan yaklaşıyoruz. Bir yandan fotoğraf makinesini ıslatmamaya çalışırken, öte taraftan tripodu kayan zemin üzerine titreyen ellerinizle yerleştirmeye çalışmak zor olsa da çok keyifli.  Uzun pozlama yaparken lense yapışan buz kristallerini saymazsak tabii. Gördüğünüz fotoğraflar bu şartlar altında çekildi. Sabahın 5’i ama iki fotoğrafçı daha var ortamda. Hatta birbirimizin karesine girmemek için özen göstermemiz gerekiyor. En iyi görüntüyü yakalama arzusu başka birşey, bilen bilir. 

Geysir
Gullfoss’da yeteri kadar üşüdükten sonra, güneş çok yükselmeden ısınmak için Geysir’e geçiyoruz. Adından da anlaşılacağı üzere burası bir gayzer, patlayınca 80 metreye kadar yükseliyormuş ki, bu yükseklik Dünya’da Steamboat Arizona’dan (120 m) sonra canlı gayzerler arasında ikinci sırada. Film çekenler ve erkenci birkaç turistle beraber Geysir'in patlamasını epey beklesek de ancak çevresindeki birkaç daha küçük gayzerin patlamasına tanık oluyoruz. Tüten ada, yeraltında 250 dereceye varan sıcaklığın yarattığı jeotermal basıncı bu emniyet sübapları ile azaltırken, 30 metreye varan Stokkur’u birkaç şanslı anda fotoğraflama imkanı da bulunabiliyor.  Söylenene bakılırsa resmi jeologlar bazı özel günlerden Büyük Geysir’in patlamasını tetikleyebiliyorlarmış. 

Bu kadar sabah gezintisinden sonra kahvaltı için homestay’imize geri dönüyoruz. Sabah kalktıklarında bizi görememiş olan ev sahiplerimiz dönmüş olmamıza seviniyorlar, daha hesabı ödemedik de. Kahvaltıya oturmak için bizi bekleme nezaketini de göstermişler. İzlanda ölçeğinde zengin bir ev kahvaltısı özenle hazırlanmış. Bahçedeki tavuklardan özenle elde edilmiş  haşlanmış bir adet yumurta sekiz parçaya özenle kesilmiş halde bekliyor; tabağın çevresindeki dört adet özel yumurta çatalı bölüşüleceğini de teminat altına almış durumda. Ev sahibimize Geysir’in patlamasını beklediğimiz için geç kaldığımız söyleyince, kendisinin de hiç görmediğini, hatta bildiği kadarı ile en son 1945’te patladığını söylüyor. İzlanda bir hurafeler ülkesi…

Arya ve Hound Thingvellir'de
Ev sahiplerimizle sıcak bir veda kucaklamasının ardından Thingvellir’e doğru yola düşüyoruz. Walter Mitty’nin de bisiklet kullanarak geçtiği İzlanda yollarından geçerek, Game of Thrones’un Hound ve Arya’sının birlikte yaptıkları uzun yolculuğun çekildiği milli parka ulaşıyoruz. Burası aynı zamanda Hound ile Brienne’nin Arya için düello yaptıkları nokta. Bu arada Game of Thrones’da Duvar’ın kuzeyinde ne çekildiyse İzlanda’da kameraya alınmış. 





Öxarfoss
Öxarfoss’un beslediği nispeten durgun ama pırıl bir nehir yatağında dalış yapanları seyrediyoruz önce. Su o kadar berrak ki, sualtı ve su üstü çizgisi neredeyse kayboluyor. Thingvellir, Kuzey Amerika ve Avrasya plakalarının kesiştiği fay hattında yükselmiş anıtsal bir kayaç kütlesi aslında. Oluşan kanyon hem sualtı hem de üstünde devam ediyor. İlk yerleşimciler de bu sıradışı oluşumunun tanrısal bir olay olduğunu düşünmüş olmalılar ki bu alanı - Lögretta olarak adlandırılıyor - yasa yapıcı parlamento mekanı olarak kullanmışlar. Hukuk Sözcüsü de burada bulunan Hukuk Kayası (Lögberg) üzerine çıkıp konuşmalarını yapmaktaymış (10-13.yy). Göklerdeki hukuk, bu kaya üzerinde yeryüzüne indirilmiş.

Lögretta’dan kayalıkları solunuza alarak ilerlediğinizde Öxarfoss’a varacaksınız. Simsiyah kayalardan çağlayan bu şelale gerçekten de insanda ulvi duygular uyanmasına ya da kendinizi Jupiter’in bir uydusunda sanmanıza neden olabilir, dikkatli olun... 

Thingvellir’in büyülü ve bir o kadar da büyük alanını hakkıyla gezebilmek zaten mümkün değil. Yolculuğumuza doğuya doğru devam ediyoruz. İkinci gün konaklayacağımız Hvollsvöllur’daki -biraz prefabrik işçi yatakhanelerini- andıran otelimize yerleşiyoruz öğleden sonra. Burada tüm İzlanda’nın volkanik aktivitelerini öğrenebileceğiniz interaktif harika bir volkan müzesi de var, giderseniz mutlaka vakit ayırın.

Gullgafoss
Marketten akşam için sandviç nevalemizi aldıktan sonra gün batımını seyredeceğimiz Gullgafoss’a yollanıyoruz. Reykjavik’ten doğuya doğru uzaklaştıkça geçtiğimiz yolların cömertçe sunduğu pastoral manzaralar da daha güzelleşiyor. Gullgafoss aslında üç kademeli bir şelale ama üçünü de aynı anda görmek için drone kullanmanız gerek. Gün batımında pembe ve eflatunlar su buharında kırılırken karşısındaki piknik maslarından birine kurulup akşam yemeğimizi pardon sandviçimizi yiyoruz. 

Bir gün için bu kadar telaffuz edemediğimiz yer ismi yeterli. Barakamızda uyuma vakti. 



3.Gün
Güne iki gündür bizi ıskalayan şiddetli bir yağmur ile başlıyoruz. Aslında ilk iki gün için kendimizi sadece şelalelerde ıslandığımızdan dolayı şanslı sayıyorduk, yağışı bol bu ülkede. Minimal bir kahvaltının ardından Selajalandfoss’a doğru yola koyuluyoruz. 60 metre yüksekten dökülmesi ile ünlü bu şelaleyi yağmur altında hızlıca görmeyi başarıyoruz. Aslında bu şelalenin fotoğraflandığı en güzel açı arkasındaki mağaradan çekilen ve şelalenin arkasının görüldüğü açı ama zemin o kadar kaygan ki, o noktaya ulaşmak mümkün olmuyor. Siz fotoğraftaki şelaleyi arkasından hayal edin bir şekilde :) Justin Bieber’den hoşlanıyorsanız bu şelalede çekilmiş bir klibi var, bizden uzak olsun :)  

Selajalandfoss
Selajalandfoss ünlü Eyjafjallajökul yanardağından uzanan buzulun hemen eteklerinden doğuyor. Eyjafjallajökul 2010’da patladığında tüm Avrupa’daki hava trafiğinin aylarca normale dönemediğini hatırlatalım. 

Şiddetli yağmur altında bir sonraki hedef efsanevi Skogafoss. Thor -The Dark World’ün  (2013) çekimleri burada yapılmış. Bu nedenle neredeyse tüm İzlanda turlarının uğrak noktası. Ama hem yağmurdan hem kalabalıktan bu noktayı pas geçmeye karar veriyoruz. Ne de olsa dönüş yolumuzun üzerinde, bir kez daha görme şansımız var.

Yağmurdan hızla doğuya doğru kaçmamız gerekli. Vik’e yaklaştıkça yol üzerinde ünlü Hobbit evlerini görüyoruz. Hernekadar İzlanda’da değil Yeni Zellanda’da çekilmiş olsa da Hobbitlerin bu şirin evlerinin esinlenildiği yer burası. Bir kahve molası için çok uygun bir nokta. 

Bu gece yağmur yağmamalı zira özel bir randevumuz var. Ama daha uğramamız gereken iki önemli nokta kaldı. İlki balıkçı kasabası Vik yakınlarındaki efsanevi Reynisfjara kumsalı. Sıradışı güzellikteki bu simsiyah egzotik kumsalı daha da ünlü yapan 2014’te çekilen Nuh filmi olmuş. Yönetmen Darron Aronofsky, biraz da oluşum halindeki Dünya’yı betimlemek için Reynisfjarayı seçmiş. Yaratılış da, kıyamet de olsa kafalarımızdaki mistik imgelere o kadar yakın bir yer. 

Russel Crow'un parmakları Reynisfjara
kumlarına gömülürken (Noah)

Reynisfjara’da da tektonik olarak ortaya çıkmış genelde altıgen formlu kayaç kütlelerine rastlamak mümkün. Siyah kayalara tırmanan ünlü gece kıyafetli kırmızılı kadın klişesi de burada çekiliyor. Meraklı iseniz Algorithms belgeselinde bu kayaçların neden altıgen sütunlar olarak meydana geldiklerine ilişkin ipuçları da bulabilirsiniz. 







Kumsalın bir diğer doğal güzelliği puffinler. Bir tür kuzey martısı olan bu sıradışı kuşları burada gözlemleyebilir maharetli avcılıklarını şanslı iseniz görüntüleyebilirsiniz. Tabii yanınızda 600 mm objektif taşıyorsanız. 

Reynisfjara
İnsanın bu kumsaldan ayrılması keşfedilecek açılarının çokluğu nedeni ile kolay değil. Bir İzlanda seyahati planlarsanız mutlaka Vik’te kalıp hem günbatımı hem de gündoğumunda bu sihirli manzarayı izlemelisiniz.

Pek çok nokta gibi buradan ayrılmak da zor. Ama önümüzde ayrılmak istemeyeceğimiz daha başka yerler var. Sıradaki adresimiz Fjadrargljufur kanyonu. Pek çok tur programı bu noktayı pas geçse de bizce İzlanda Top 3 sıralamasına girmeyi hakediyor. Yeryüzünde Star Wars gezegenlerini görmek isterseniz buraya gelebilirsiniz. Zaten Star Wars dizisinden Rouge One da Vik’in hemen doğusundaki Mýrdalssandur kumsalında çekilmiş oluşu, tesadüf olmasa gerek. Fjadrargljufur ise başka bir hikaye. İki milyon yıl önce buzulların şekillendirdiği kanyon iki kilometreye yakın uzunlukta ve derinliği 100 metreyi bulabiliyor. Yılan gibi kıvırarak uzayan kanyonun yamaçları yer yer sararmış yosunumsu bir bitki örtüsü ile kaplı olduğu için insanda halı kaplıymış gibi bir izlenim bırakıyor. Kanyondaki platformlardan yükseklik korkunuz yoksa aşağıda akan nehri seyredebilirsiniz. Platformlar kafes telden imal edildiği için insanda hoş bir havada yürüme hissi uyandırmakta.

Fjadrargljufur 
Kendimizi kanyonu izlemeye kaptırmışken karşımızda korkunç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Kendilerini lezzetli otların şehvetine kaptırmış üç maceracı koyun, karşımızdaki son derece dik yamaçtan aşağı doğru inmekteler. Ara sıra yukarı çıkmak için baksalar da yukarı dönmeleri artık mümkün değil. Altları ise uçurum ve çağlayan bir nehir! Onlarla ilgilendiğimizi gören diğer turistler de çevremizde toplanıyor. Etrafta ulaşabileceğimiz yerli kimse yok gibi. Koyunları biçare sessizlikleri ile orada bırakmak durumundayız çünkü hava kararmaya başladı. 








Kuzuların Sessizliği
Bu gece konakalayacağımız Hvoll Guesthouse’a doğru içimiz buruk olarak Fjadrargljufur’dan ayrılıyoruz. Akşam güneşinde sanki Mars yüzeyinde ilerler gibiyiz. Dört yanımız püskürmüş ve donmuş lavların büyükbaş dışkısı gibi öbek öbek kümelendiği başka yerde göremeyeceğimiz jeolojik bir formasyon ile kaplı. Hani kafanıza cam fanus geçirseniz direk astronot havasına girebilirsiniz, öyle bir yer. Navigasyon varış noktamıza yaklaştığımızı söylüyor ama çevrede en ufak bir yaşam belirtisi yok. Ümidimizi kaybetmiyoruz ama hava da kararmış durumda ve yolda alarm veren bir lastiğimiz de cabası. Birkaç dakika sonra bir ses “hedefinize vardınız” diyor! Arabayı durdurup ne oluyor diye bakınıyoruz. Ne bir ışık, ne
İzlanda yollarında...
bir bina, alabildiğine kayaç öbekleri. Hz.Google yanılıyor olmalı ama farklı cihazlardan çalıştırdığımızda da sonuç değişmiyor. Gece vakti yabancı bir gezegenin ortasında kaybolmuş durumdayız. Aklımıza üç-beş dakika önce geçtiğimiz bir patika girişi geliyor, geri dönüp patikaya giriyoruz. Biraz ilerledikten sonra son derece şık bir otel karşılıyor bizi; yok bizim guesthouse değil ama bir medeniyet belirtisi en azından. Geceleyecek alternatif bir yer bulmuş durumdayız. Otelin resepsiyonunda da bizim guesthouse’u pek duymamışlar ama arkadan gelen bir diğeri sabahları jogging yaparken tabelasını görüyormuş. Tarifi alıp yola düşüyoruz tekrar. Tabelayı buluyoruz ama yol demeye bin şahit gerekir. Aklımızda yolda tekleyen lastiğimiz olduğu halde giriyoruz yine de. Birazdan yine bir konteyner bina çıkıyor karşımıza. Gecesi -kahvaltı hariç- 120 Avro’luk guesthouse aslında bir hostel burası. Bizden önce varmış Çinli turistler de resepsiyonda şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. Zemin katı yemek pişiren Çinli dolu hostelin. Yine ayakkabılarımızı çıkarıp odamıza çıkıyoruz. Yanımıza terlik aldığımız iyi olmuş. Koridordaki tuvalet sırasında işe yarıyor. Odada biraz kestirmek gerek zira geceyarısı randevusunda dinç olmalıyız.


4.gün
Hvoll'da Aurora Borealis
Dördüncü gün gece yarısı başlıyor aslında. Alarmla beraber kısa ve tatlı uykumuzdan uyanma vakti. Olursa bu gece olacak. Aşağıda tek tük kalmış ve halen yemek yapmakta olan Çinlilerin arasından ayakkabılarımızı alıp kendimiz dışarı atıyoruz; tertemiz hava, pırıl pırıl bir gökyüzü. Tüm şartlar müsait; kışın başlangıcı, pussuz bir gökyüzü, şehir ışıklarından olabildiğince uzak...Otoparka doğru geçiyoruz, ve Aurora Borealis karşımızda. Tam zamanında. Kuzey topraklarının sihirli ışık perdeleri yıldızlardan aşağı doğru süzülüyor. Seyahat planlama aşamasında Hvoll’u sadece bu yüzden seçmiştik. Kuzey ışıkları randevuya sadık kaldılar. Ne kadar şanslı olduğumuzu düşündük, İzlanda’da aylarca kalıp bir kere göremeden ülkelerine dönen insanlar var ve biz bununu için ayırdığımız tek gecede kendisi ile karşılaşıyoruz. Doğru zamanda, uygun şartlarda, doğru yerde olabilmenin ihtimali ne kadar da düşük aslında. Zaten hayat da bu değil mi?

Bu yeşil büyüyü ne kadar anlatsak boş, birkaç fotoğraf birşeyler anlatabilir belki. 

Aurora Borealis de her güzel şey gibi kısa ömürlü. Ama hostel odamıza mutlu dönemizi sağlıyor. Biraz uyuyabilirsek ertesi güne hazırlanabiliriz. 

Sabah 30 Avroluk kahvaltıyı kibarca reddedip, yolda birşeyler buluruz umuduyla Interstellar ile randevumuza doğru yollanıyoruz. Bir buçuk saat kadar ne bir kahve ne bir çay içmek mümkün. Sonunda yol üzerinde kahve içebileceğimiz bir benzinci çıkıyor karşımıza. İzlanda’da yola çıkarken her zaman deponuzun ve karnınızın dolu olduğundan emin olmalısınız. Her adım başı etçisi-mangalcısı olan bir benzinliğe rastlayamacağınız aşikar. 

Interstellar Svinafellsjökull buzulunda
Svinafellsjökull buzuluna dönen yol tam bir 4x4 yolu. İzlanda’da sadece 4x4’lere ayrılmış yollardan birisi aslında. Altımızda bir Tipo olduğu halde girmekten imtina etmiyoruz. 5 km yolu yarım saatte alarak buzula ulaşıyoruz. Otoparkta gece orada konaklamış araçlar ve buzul teçhizatlı insanlar var. Buzul alanına girerken zaten onlarca uyarı levhası mevcut. İzlandalıların en nefret ettiği şey kurtarmak zorunda kaldıkları tedbirsiz turistlermiş. O duruma düşmek istemeyiz, yanımızda buzul için ayakkabı vs olmadığından yarım saat kadar ilerleyip, Christopher Nolan’ın zamanı eğip büktüğü gezegenden geri dönüyoruz. 
4.günde sırasıyla, Tüten Ülke, Çağlayan Ülke ve Donan Ülke fazına geçmiş durumdayız. Buradan sonraki durağımız da “action movie” severlerin ortak noktası Jökulssarion buzul lagünü. Bond filmlerine ait çeşitli “action” sahneleri, önünüzden küçük iceberglerin kimi zaman gümbürdeyerek çatlayıp ve takla atarak Atlantik’e ve ölümlerine koştukları bu lagünde çekilmiş. Yamaçlarında oturup, öğlen sandviçlerimizi yerken doğanın döngüsüne de şahitlik etmekteyiz. 

Roger Moore Jökullssarion'da 
Die Another Day (2002) yanında diğer Bond filmi A View to Kill (1985) ve Tomb Raider’da da Jökulssarion Rusya’nın tundralarını veya Sibirya buzullarını temsil etmek üzere set olarak kullanılmış. 

Jökulssarion, buzuldan kopan icebergler yanında foklar gibi çeşitli canlılara da ev sahipliği yapıyor. Vaktiniz varsa hem buzulda hem de denizde giden özel yapım araçlarla küçük bir gezinti de yapabilirsiniz.





Jökulssarion'da Atlantike kavuşan buzullar
Işıtılı bir Jökulssarion gününü arkamızda bırakarak doğuya doğru yolculuğumuza devam ediyoruz. Bugün hedefimiz İzlanda’da ulaşacağımız en güneydoğu nokta Stokksnes. Tekrar İzlanda’nın büyüleyici peyzaj güzelliği sergileyen yollarındayız. Sadece bu yollar ayrı bir yazıyı ve fotoğraf albümünü fazlasıyla hakeder. Yolculuğumuzun bu bölümü tamamen Vatnajökull milli parkının kıyısında geçiyor. Milli Park dediysek, bahçe değil hani, ülkenin neredeyse dörtte birini kapsıyor. Herhalde tüm İzlanda’nın da en az üçte biri milli park olarak ayrılmış durumda. 

Stokksnes’e en yakın konaklayabileceğimiz kasaba Höfn. Vakitlice otelimize vardığımız halde odamıza yerleşmek mümkün değil, zira ressepsiyonda kimse yok. Resepsiyonda epey gürültü yapsak da bulamayınca kendilerini, yandaki benzinciden başlayarak aramaya devam ediyoruz. Arayışımızın birinci saatinde gözlerini ovuşturarak bir genç geliyor. Pek de oralı olmuyor orada bir saati aşkın bekleyişimizle. Cittaslow hareketi gelip Höfn’ü görmeli. Hatta görmesine de gerek yok beyanatımıza dayanarak hemen kabul edebilir.   

Bu akşam güneşi efsanevi Vestrahorn’dan uğurlayacağız. Henüz vaktimiz olduğundan önce Höfn limanına gidiyoruz. Burası daha çok İngiliz kasabalarını andıran, çeşitli drafttaki başta balıkçı tekneleri pek çok deniz aracına ev sahipliği yapabilen ve İzlanda için hayatı önemde bir nokta. Özellikle kışları kuzeydoğu ve doğunun tüm ihtiyacı bu limandan sağlanmakta. Liman, Vatnajökull buzulunun şekillendirmesi ile oluşan lagünün içinde devasa boyutta bir sığınak da sağlıyor. Bu buzul Batman Begins (2005) için de set olarak kullanılmış bu arada.

Vestrahorn, Stokksnes

Buzul bölgenin tüm coğrafyasını şekillendirmiş. Özellikle sürüklediği kara kumullar çok ayrı manzara perspektifleri sunmakta. Bu perspektiflerin en uç noktası Vestrahorn. Güneşin batışına yakın patika benzeri yollardan bu ünlü dağa ulaştığımızda en güzel fotoğraf noktasına giden yola kurulu bir bara geçmek için para ödeyeceğimizi anlıyoruz.Diğer fotoğraf açısına ulaşmak içinse askeri bir deniz üssüne giden yola girmemiz gerekiyor ki, pek tekin gözükmüyor. Ortalıkta kimse görmeyince aracımızı terk ederek hiç oralı olmadan yolumuza devam ediyoruz.  Yamaçlarından aşağı doğru akan siyah kumullar lagünü hızla doldurmaya devam ediyor, Vestrahorn’da. Bu ıslak kumullar bölge bölge harika yansımalara izin veriyor. Üzerinde iz bırakmamaya ve batmamaya çalışarak kara kumsaldaki yansımlara dalıyoruz. Her an batacağınızı hissettiğiniz yumuşak bir yatakta yürür gibi bir his. Vestrahorn'un hemen yamacında bir de eski bir Viking yerleşimi de bulunuyor ama zaten kaçak girmişiz şansımızı daha fazla zorlamıyoruz. 

Michelle Pfeiffer Stokksnes'de (Stardust)
İzlandalıların da kabul ettiği kadarı ile ülkenin en güzel dağı Stardust (2007) filminde de set olarak kullanılmış. Kesinlikle daha fazlasını hakediyor ama. Ülke değil film seti. Her yıl nüfusundan fazla turist ağırlaması tesadüf değil. Başka reklama da ihtiyacı yok zaten, İzlanda’nın. 

Bu akşam özel bir gün. İzlanda’da ulaşacağımız en uzak noktaya varmamızı kutlamak üzere, Höfn’de bira-pizza yapma hakkı veriyoruz kendimize. Hava da biraz kapatıyor. Geceyarısı ikinci bir kuzey ışığı görmemiz mümkün olmayacak. Ertesi gün uzun bir yolculuk bizi bekliyor. Şimdiye kadar katettiğimizi tüm yolu geri döneceğiz. Birkaç günümüz daha olsaydı Golden Circle adı verilen ve kuzeyi de kapsayan büyük rotayı takip edebilirdik. Ama yeniden dönmek için bir arzu duymalı insan...



5.Gün -Yolculuk
Skogafoss seyri (Thor) 
Vestrahorn’un sergilediği manzara öyle etkileyiciydi ki, sabah yine 5 gibi kalkarak gündoğumunu da fotoğraflamaya karar veriyorum. Bu sefer askeri deniz üssü tarafından lagünün karaya bağlandığı noktadan. Bulutlar manzarayı biraz kapatmış hava yine ekilerde ama ne gam. Erken doğan şafak gibi kıymetlisi var mı?

Bundan sonraki hedefimiz aslında Kirkjufell. Burası da İzlanda’nın en batısında. Game of Thrones en mistik sahneleri burada çekilmiş. Ancak, her ne kadar bir ada da olsa en doğudan en batıya gitmek kolay değil. Yaklaşık 400 km katederek Selfoss’ta konaklayıp, Kirkjufell’i ertesi güne bırakacağız. Bu arada bir kasabayı daha görmüş olacağız.



Tepeden Skogafoss
Tabii yolda yarım kalmış işimizi bitirmemiz gerekli; Skogafoss. Yine yağmur ama başka birgün kalmadı. Yağmur altında şelalenin en üst noktasına sırtımızda kamera ve tripod tırmanıyoruz. Aşağı inmekte olanlar da kendi hallerine şükreder şekilde bize gülümsüyorlar. Tepede kamerayı ıslatmadan kurmak daha kolay. Rüzgar ters yönde. Thor’un çekimlerine de ev sahipliği yapmış bu dev şelale yaklaşık 60 metre yükseklikten aşağı dökülmekte. Ortam o adar ıslak ki şelalenin arkasındaki mağarada gizlendiği söylenen Viking hazinesini de bulamıyoruz. Bu hazinenin bulunan tek parçası zaten müzeye konulmuş.

Buradaki otoparkta da İzlanda’daki garip arazi sahiplenmelerinden sıkılmış turistler var. Alınan bilet gün boyu geçerli, çıkış yapan birisi yanımıza gelip biletini bize veriyor. Eh biz de çıkarken aynısını yapıyoruz haliyle. Turist dayanışması. 

Akşamı Selfoss’ta içinde bir de mutfakçık olan bir kulübecikte geçiriyoruz. Kaldığımız en şirin otel İzlanda’da.

6.Gün
Gün şiddetli bir yağmur ile başlıyor. Elimiz mahkum yola düşeceğiz. Hedefimiz Kirkjufell zira, adanın batı ucu. Reykjavik’in çevresinden dolanıp kuzeybatıya doğru ilerliyoruz. Sis de bastırıyor. Ülkenin batısındaki yollar doğusu ile kıyaslanmayacak kadar geniş olsa da yer yer 25-30 metreye düşen siste yabancı bir gezegende araç kullanmak insanı gerebiliyor. 

Jon Snow ve Ygritte 'Duvarın Kuzeyinde'
Kirkjufell'i seyrederken 
Yaklaşık üç saatlik ve 200 km’lik bir yolculuğun ardından Grundarfjördur’a varıyoruz. Adından da anlaşılacağı üzere burası bir fiyort içindeki şirin bir balıkçı kasabası. Arabadan inip balıkçı limanına bakarken ufukta doğan bir gökkuşağı Kirkjufell’i sarıyor. Gökkuşağının altındaki hazine de Kirkjufell’in kendisi gibi. Kendimizi yine çok şanslı addettiğimiz anlardan birisi. Biz bu bir tür pasta şekilinde kesilmiş gözüken bu efsane tepeyi profilden görmeye gidiyoruz, o açı daha ilginç, hem de Game of Thrones açısı.  



Kirkjufell, Gandalf Şapkası
Kısa bir yolculuğun ardından nihai noktaya vardık. Kirkjufell o Gandalf şapkası şeklindeki dik konik biçimi ile karşımızda. Yakınındaki şelalenin arkasına geçip bu mucizevi formasyonu en güzel açıdan seyrediyoruz. İzlanda gerçekten sihirli bir ülke. Bulunduğumuz noktadan Jon Snow ve Ygritte de bu sihirli güzelliği seyredalmışlardı. Vakit uygun olmadığından günbatımı ve gündoğumu çekmek mümkün olmadı, birkaç hatıra fotoğrafı sadece. 

Uçağımız ertesi gün Reykjavik’ten kalkacak. Bu nedenle son gecemizde orada konaklayacağız. Akşamüstü merkezdeki otelimize giriş yapıyoruz. Bu doğal güzelliklerden sonra şehir hayatı ne kadar sıkıcıymış. Ama, bu monotonluktan kaçmak için Blue Lagoon’e hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak aldığımız biletler var, İzlanda'daki son günbatımı için. 

Blue Lagoon Reykjavik’e yaklaşık bir saat uzaklıktaki, İzlanda’nın en ünlü kaplıcası. Turkuaz rengi ile orada bir turizm endüstrisi oluşturmuş. İçeriye ancak haftalar öncesinden alabileceğiniz bilet ile girebiliyorsunuz; bir tür fabrika tarzı işletiliyor. Allahtan, Almanya ve Japonya’daki gibi çıplak girme zorunluluğu yok. Hostell (Part-II) ve Jullan Assange’ın hikayesi The Fifth Estate de burada çekilen filmler arasında. 

Blue Lagoon’ü son günümüze daha çok dinlenme amacı ile planlamıştık. Mavi kaplıca sularından günbatımını izlemek keyifli sayılırdı. Termal havuzda binlerce kişi arasında sakin bir nokta bulup bir haftalık seyahatin tatlı anılarına dalmışken, yanıma orta doğulu olduğu anlaşılan bir hanım yaklaşıyor; “burayı nasıl ısıtabiliyorlar bu soğukta, biliyor musunuz?” diye soruyor. Neden İzlanda’da? Neden bugün? Neden ben?

Ender Şenkaya


Haziran 2018