23-25 Haziran, 2017
Almanya, -özellikle biz Türkler için- öyle çok turistik algı yaratan bir memleket sayılmaz. Sanırım, hepimizin çevresinde Almanya'yı aslen ekmek kapısı gören en az birkaç kişi olduğundandır. Halbuki, Oktoberfest zamanı sadece Münih, tüm Türkiyenin ağırladığından fazla turist ağırlar.
Bu blogda yine bir Almanya yazısı ile karşınızdayız. Daha önce Ludwig'in şatolarını ve Romantik Yolculuğu yazmıştık. Şatoları bitmez Almanya'da, bu seferki yolculuğumuz Ren ve Tuna nehirlerinin kaynağı, ünlü Kara Ormanlar bölgesine.
Almanya'nın güneybatı köşesindeki Kara Ormanlara en yakın havaalanları Stuttgart ve Strasbourg. Ancak biz, yol üzeri güzelliklerinden faydalanmak için biletimizi Münih'e alıyoruz. Aslolan yolculuğun kendisi ne de olsa. Güzel bir Orta Avrupa yolculuğu bizi bekliyor yani. İlk gece Kara Ormanlara da yakın, Romantik Yol üzerinde olmasa da, güzelliği o kasabaları aratmaz Reutlingen'de kalacağız.
Tabii ki, Reutlingen'e yollanınca, yol üzerindeki tabiat harikası Blaubeuren köyüne ve Lichtenstein Kalesi'ne uğramadan olmaz.
Blaubeuren Köyünde
Bu minik köyün en büyük özelliği içinden doğan karstik bir pınar. 21 metre derinliğinde yine karstik bir çukuru (obruk diyelim) doldurduktan sonra yoluna devam ediyor. Doldurduğu obruk, içerdiği mineraller nedeni ile koyu maviden turkuaza kadar mavi tonlarına bürünüyor. Etrafına dizilmiş değirmen binası ve kilisenin bu mavi göldeki yansımaları insanı büyülüyor. Köyün büyük bölümünde romantik dönem Alman mimari tarzının hakim olduğunu söylemeye gerek yok zaten. Seyahatin ilk durağında köy meydanında biraz soluklanma fırsatı buluyoruz.
Lichtenstein Kalesi
Akşamüzeri Blaubeuren ile vedalaşıp, açık olduğu saatler geçmiş olmasına rağmen Lichtenstein Kalesi'ne doğru yola çıkıyoruz. Haziran ayında Avrupa'nın genel sorunu neredeyse güneşin hiç batmayacakmış gibi gelmesi. Bu durum insanın biyolojik saatini de bozuyor.
Adı Lichtenstein olsa da, Lichtenstein'da olmayan bir kale, Württemberg'in bu peri masalı kalesi. Bu nedenle yanlış yola sapmayın, gitmek isterseniz. 19.yüzyılda ortaçağdan kalan çeşitli kalıntılar üzerine inşa edilen kalenin adı ise, ülkesinden değil, bir romandan kaynaklanıyor. Kalenin mimarisi ortaçağ Gotik tarzına öykünse de, inşa edildiği romantik dönemin de izlerini taşımakta, aynı Neuschweinstein'ın taşıdığı gibi. II. Dünya savaşında yıkıma uğrayan kalede restorasyon dönem dönem devam etmekte. Halen devam etmekte olan silindirik kule restorasyonu nedeni ile, buradaki fotoğraflar maalesef kalenin asıl ihtişamını yansıtmaktan uzak kalacak. Sırf bu yüzden bile tekrar ziyaret edilmeyi hakediyor.
Avrupa masallarına meraklı iseniz, kalenin içinde ve etrafında dolaşıp, hayallere dalabilirsiniz. Kalenin arka tarafına geçerseniz, Alplere yaslanmış bir uçurum kenarından, kalenin nefes kesici manzarasını izleyen Lichtenstein romanının yazarı, Wilhelm Hauf ile karşılacaksınız, şaşırmayın...
Hala gün batmadı. Karnımız acıkmasa o gece konaklayacağımız Reutlingen'e gitmeye de heves etmeyeceğiz neredeyse. Ama Almanyadayız, ve akşam belli bir saatten sonra yemek bulmak Japonya kadar zor olmasa da kolay olmayabilir.
Reutlingen Hamamı
Haziran ayının Almanya'da hep çok sıcak olduğunu söylemiş miydim? Burada söylemediysem, Romantik Yol yazısında mutlaka bahsetmişimdir. İşte öyle bir hamam sıcağında varıyoruz Reutlingen'e.
Alman geleneksel gasthaus'larında klima olmadığını söylemiş miydim peki? Evet, yok ve gece sıcaklık 30 derece üstü. Reutlingen'de gördüğüm en şirin ama yine en sıcak gasthaus’a vardığımızda, odalarımızdan kendimizi dışarı zor atıyoruz.
Reutlingen ‘eski şehri’ pek çok ortaçağ kasabasında görmeye alışkın olduğumuz iki ana kapı ‘Tor’ arasına yerleştirilmiş. Kesinlikle Romantik Yol şehirlerine taş çıkaracak güzellikte. Almanya’da görmeye alışık olmadığımız ölçüde, geceleri sokaklara taşan bir hayat var; sanki İtalyadayız. Bu küçük kasabadaki sokak kafeleri sayısı heralde 4 milyonluk Ankara kenti ile yarışır. Sayı olarak tabii ki, yoksa inci gibi korunmuş romantik dönem binaları ile çevrelenmiş meydanlardan bahsetmiyoruz.
Savaş sanayii içinde yeralmış pek çok Alman kenti gibi Reutlingen de, II:Dünya Savaşı yıkımından nasibini almış. Bugün görülen binaların büyük kısmı aslına uygun restore edilmiş halleri yani. Bu yapıların arasında yürürken Almanların, klima üretemediklerinden değil de, tarihsel dokuya saygılarından ötürü sıcağa maruz kalabildiklerini anlıyorsunuz. Çok sıcak ve bunaltıcı bir gecenin ardından Türklerin işlettiği bir fırında son derece lezzetli bir kahvaltı yapıyoruz. Ana meydanda pazar kurulmuş bir Cumartesi günü. Ana ürün de, tabii ki Kara Ormanlara özgü ballar, dağ çilekleri, ahududu ve benzerleri.
Bugün yine bir masal şatosu Hohenzollern’e uğrayıp Kara Ormanlar milli parkına yollanacağız.
Hohenzollern’de
Eğer bugün Kafkaesk diye bir tabir varsa, herhalde Hohenzollern’den çıkmış olmalı. Öyle özel bir noktaya konumlandırılmış ki, uzaklardan yaklaşırken bile heybeti ile insanın üzerine çöküyor, ulaşılamazlığı temsil ediyor sanki. İşte öyle bir şato ya da kaleden bahsediyoruz (Zamok). Parlak yeşil çayırlar, kaleye yaklaşırken rengini her geçen metre daha koyulaştıran bir ormana bırakıyor. Kara Orman dokusu artık iyice kendini hissettiriyor.
Kalenin giriş kapısını koruyan elleri mızraklı nöbetçiler, size ne kadar da küçük olduğunuzu biraz daha hissettirmek için kurgulanmış. Ortaçağ derebeyinin gözünden diğer insanlara nasıl bakıldığını, üst terasa çıkıp aşağıdaki vadi ve köyleri seyredaldığınızda daha iyi görebiliyorsunuz. Süvarilerin girişin kolaylaştırmak üzere tasarlanmış giriş rampası, kemerleri altından görülen dairesel duvarlar arasından sizi ana avluya ulaştırıyor. İçeri girdiğinizde yön duygunuzu büyük ölçüde kaybetmiş oluyorsunuz.
Ana avlunun etrafı, rehberli turlarla gezebileceğiniz rezidans bölümü, şapeller, delhiz girişleri, silahlık, mutfak ve diğer destek birimleri ile çevrelenmiş. Delhizlere girdiğinizde yiyecek depoları ve zindanları geçerek kalenin önceden tahmin edemeyeceğiniz bambaşka bir kısmına çıkıyor, kendinizi dışarıda bulabiliyorsunuz. Burada sizi Friedrich sülalesi karşılıyor. Zaten kale, ortaçağdan kalan çeşitli yapılar üzerine 19.yüzyılda Prusyalılar tarafından gotik tarzda tekrar yapılmış.
Kalenin içinde yeralan ortaçağdan kalma tek yapı olan şapelin, gerek vitray, gerekse az rastlanır mavi ile bezenmiş tavan işçiliğini atlamamanızda fayda var. Sonuçta, Neuschwanstein gibi romantik dönemin abidesi sayılan bu kale de, günde binden fazla ziyaretçi ağırlıyor.
Kara Ormanlar Milli Parkı
Hohenzollern’den yola çıkıp Kara Ormanların kuzeyindeki en önemli noktalarından Kara Ormanlar Milli Parkı’na doğru yola düşüyoruz. Şans eseri tamirat çalışması olmadığında, Almanya yollarında yolculuk büyük zevk. Beceremediklerinden olsa gerek, öyle heryere doğayı tahrip edip 50 metrelik duble yol yapmayı da akıllarına getirmemiş Almanlar. Ama sürüş saygısının yol genişliğinden daha önemli olduğu rahatça gözleniyor.
Kara Ormanlar Mill Parkı, Alplerin kıyısında yeralan önemli kayak merkezlerinden birisi aynı zamanda. Kayak meraklıları için kışın ziyaret edilmesi daha zevkli olabilir. Doğa havası almayı sevenler için telesiegeler yazları da çalışıyor. Yürüyüşe meraklı iseniz, tepelere çıkan patikalardanda orman büyüsünü teneffüs ederek bazen de Hansel ve Gratel’in kaybolduklarındaki korkulu çırpıntılarını hissederek yürüyüşler yapabilirsiniz. Yeterince yükseğe çıkarsanız çok aşağılarda kapkara bir göle de denk geleceksiniz. Koyu yeşilin içindeki kapkara bir inci. Çocuğundan yaşlısına dağ havası almaya gelmiş trekkingcilerle beraber kısa bir yürüyüş yapıyoruz. 10 km’yi bulan trek rotaları da barındıran milli parkın tam çevre turu yaklaşık 8 km tutuyor. Tabii ki, on bin hektarlık toplam park alanından bahsetmiyoruz.
Tepedeki çimenlikten aşağılara bakarken insanın ne olduğunu ve yolculuğunu sorgulaması her zaman büyük zevk.
Aşağı indiğimizde bölgeye özgü bal satan küçük bir dükkana rastlıyoruz. Çeşitli leziz bal tattıktan sonra birkaç küçük kavanoz alalım deyince aslında dükkanın sahibinin orada olmadığını görüyoruz. Sadece bir kumbara konmuş, ürünün fiyatını içine atıp çıkmak yeterli! Pek alışık olmadığımız ama naifliğine de hayran olduğumuz bir tarz.
Kara Ormanlar Milli Parkında oksijen depoladıktan sonra çok yaklaştığımız için geceyi Strasbourg’da geçireceğiz. Petite France ve Petite Venice’i ziyaret ettikten sonra tekrar Almanya’ya girerek Kara Ormanların güneyine geçeceğiz. Bu Fransa kaçamağını belki ileride başka bir yazıya konu ederiz.
Fransa’dan dönüş rotamız direk Kara Ormanların içinden geçerek, bölgenin herhalde güneydeki başkenti sayılabilecek Titisee kasabasına ulaşacak. Yol boyu doğa manzarasının enfes olduğunu tekrar söylemeye gerek yok.
Titisee ve Gasthaus
Yolculuğumuz sorunsuz geçse de, Titisee’ye vardığımızda gasthous’umuzun adındaki ‘garni’yi otel ismi sandığımızdan (ki garni sadece oda kahvaltı demekmiş), ve ters yola girmeden gitmek pek mümkün olmadığından, navigatörlerimiz bizi bir saatten fazla bölgede gezdiriyor. Allahtan bazı yardımsever Almanlar var ve biraz geç de olsa gasthause’a giriyoruz.
Giriyoruz ama otel işletmecisi hanım ortada yok. Arayışımız bu sefer gasthaus içinde devam ediyor. Sonuçta kendisini zor da olsa buluyoruz, ama bu sefer de akşamüstü 4 sularında olduğu halde odanın hazır olmadığını öğreniyoruz. Bu taşra kasabası pek Alman disiplini almamış anlaşılan. Ev sahibemizin bize verdiği ve tahsil edeceği ‘şehir vergisini’ hangi toplu taşım araçları ve tesislerde indirim amaçlı olarak kullanılabileceğimizi anlatan kursun ardından, saatlerce aradığımız otelden kısa bir yürüyüşle göl kıyısına kolayca varıyoruz. Otelin girişindeki, süpürgesi üzerindeki cadı figürünü görünce de gülümsemeden edemiyoruz tabii ki...
Kasaba dediğimize bakmayın. Göl kıyısındaki küçük bir avm’de öyle her yerde rastalayamayacağınız en üst markaların satıldığı dükkanlar var. Garip olan, çalışanların büyük kısımının uzak doğu kökenli olması. Demek ki müşteri portföyü, daha çok uzak doğulular.
Bir Pazar günü olduğundan olsa gerek, Titisee kıyısındaki oteller ve hediyelik eşya mağazaları hınca hınç dolu. Pastoral bir seyahatte bu kadar kalabalık fazla diyerek bir tür deniz bisikleti ile göle açılıyoruz. Alman mühendisliği eseri olsa gerek, bisikletin verimi başta tahmin edilenin oldukça üstünde. Arkamızdan köpükler çıkararak gölün büyük bölümünü dolaşıyoruz. Kısa yolculuğumuzun sonunda kasabaya geldiğimizde, sanki sihirli bir değnek gelmiş gibi el ayak çekilmiş. Onca insan buharlaşmış.
Kara Ormanlara bu kısa seyahatimiz bu şirin kasabadan çıkıp orman kıyısında kısa bir yürüyüşle sona eriyor. Otelimizin balkonundan Kara Ormanlara bakarak bir içki yudumlamayı hakettik.
Ender Şenkaya
Temmuz 2017