9-15 Eylül 2016
Hanoi'de

Kaosun Düzeni
Geçtiğimiz yüzyılda üç büyük süper gücü, sırasıyla Fransa, Japonya ve ABD'yi dize getirmiş bir ulus Vietnamlılar. Savaşmaktan şehirlerini inşa etmeye fırsat bulamamış olduklarının açık kanıtı Hanoi. Opera meydanı ve çevresi ile Dan Trang caddesini saymazsak, Silopi-Erbil-Süleymaniye den Kabile uzanan yoksul şehirleşme örneklerinin uzak Asyadaki yansıması gibi şehir. Caddeleri bir dönemden kalma karekteristik binaların -özellikle Fransız sömürgesi oldukları Indochina dönemi- yanına gelişigüzel sadece ucuz ve fonksiyonel olması amacıyla yerleştirilmiş yapılar dolduruyor. Kolay değil, 1940'lardan başlayıp 1975'e kadar hem dış güçlerle hem de iç savaş ile boğuşmuş, en az 3 milyon insan kaybetmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Ancak Kuzey'in yani Hanoi'nin zaferi ile sonuçlanan iç savaş ve Kamboçya işgalinin sona erdirilmesinden sonradır ki Vietnam, doğal güzelliklerini Dünya ile paylaşmaya başlamış.
Hanoi ülkeyi Fransız işgalinden kurtaran, sonrasında da Viet Cong'un kurulmasında ve ABD ile savaşta önalan efsane kurucusu Ho Chi Minh ile beraber anılan bir şehir. Şehrin turistik sayılabilecek en önemli mekanları da Ho Chi Minh mozolesi ve müzesi. Vietnamın yakın tarihine göz atmak isteyenler buralara mutlaka uğramalı. Hemen yakınındaki Edebiyat Müzesini de es geçmemeli. Özellikle bahçe düzenlemesi, bonzai süslemeleri ve bitki heykellerini seveceksiniz.
Hanoi için 'İki tekerlek üzerinde yaşayan kent' dersek yanlış olmaz. Günün ilk ışıklarından önce hareketlenmeye başlayan kent neredeyse gece yarısı sonrasına kadar durmak bilmeden bir koşuşturma içinde. İki tekerlekli bir araç kullanmıyorsanız şehirde güvenli olarak dolaşmak oldukça zor. İlk yaya ışığından geçişimizin yaklaşık 10 dakika aldığını söylersem abartmış olmam. Hanoi başta olmak üzere Vietnamın geri kalanında da yaya hakları motorsiklet haklarından sonra geliyor. Tıpkı Amsterdam'da bisikletlerden sonra geldiği gibi. Söz konusu motorsikletler olunca, kırmızı ışıkta durmak, ters yönde ilerlememek, kaldırımları kullanmamak gibi kurallar işlemiyor. Bir müddet sonra biz de kendimizi akışa bırakıyoruz. Dışarıdan çok kaotik gözüken bu durum, kendinizi akışa ve motorluların insiyatifine bırakınca kendiliğinden rayına oturuyor. Beklenmedik hareketler yapmayın yeterli.

Gece Yaşayan Kent
Hanoi gittiğimiz dönemde hem sıcaktan hem de nemden olsa gerek daha çok gece yaşayan bir kent. Havanın kararması ile plastik sandalye ve oturaklı yol kenarı lokantalarına rağbet artıyor. Kenarlarında fareciklerin dolaştığı kaldırımlarda yemek yenirken, hemen köşedeki mazgal üzerinde yemeklerin bulaşıkları yıkanıp, bir sonraki müşteriye hazır hale getiriliyor. Hanoi'ye giderseniz yolunuzu mutlaka gece pazarına düşürün. Burada eski İpek Yolu pazarlarının cümbüşünü yaşayacağınızdan emin olabilirsiniz. Dünyanın en önemli sportif markalarının üretim yeri olan Vietnam'ın pazar yerlerinde ucuza North Face, Nike vs bulabileceğinizi sanıyorsanız aldanırsınız. Ama etiket ve paketlerine kadar mükemmel taklitleri bol. Sakın pahalı satanlara da inanmayın. Onlar da sahte. Daha çok para bayılmakta kalırsınız. Bu kadar kusursuz taklit ürünü görünce ülkemizde de satılan bu markaların acaba hangileri gerçek diye şüphe düşmüyor değil insanın içine.
Birçok sosyalist ülkedeki gibi, Hanoi'nin de en merkezi yeri opera meydanı ve çevresi. Ama burada opera binasının karşısında hergelen meydanı falan yok :) Opera meydanından uzayan Dan Trang caddesi üzerinde yavaş yavaş yerleşmeye başlayan kapitalizmin en ünlü markaları yanında yerel işletmelerden de alış veriş yapmak mümkün. Diğer kentlerdeki alışveriş caddelerinden en önemli farkı sokak galerilerinin çokluğu. Bu kadar sık, ve görece rafine resmin sergilendiği galeriye pek çok ülkede denk gelmedim. Abartmayayım ama Montmartre ile yarışır. Bu kadar acı çekmiş bir ülkenin hayat damarlarından birinin çökmemiş olması ne güzel. Şehrin merkezindeki dev göleti ve onun içinde bir adaya kırmızı köprü ile bağlanan Budist tapınağını (tek sütun üzerindeki pagoda) gece görmenizde fayda var.
Bu kadar şehir görmek yeter. Asıl amacımız olan doğal güzellikleri görme vakti geldi artık.
Ha Long Körfezi
12-13 Eylül
İçimizde Ha Long'a gidecek olmanın heyecanı sabah erkenden kalkıp bizi otelimizden alacak tur minibüsünü beklemeye başlıyoruz. Herşey dakik işliyor. Minibüs şöförü ile otel görevlilerini yardımı ile bile anlaşmak mümkün olmasa da yola düşmeyi ve diğer otelde kalan arkadaşlarımızı almayı başarıyoruz.
Saat sabahın yedisi ama yollar motor dolu. Yoğun trafikten çıkmamız vakit alıyor. Bu arada şehrin diğer varoş bölgelerini de görmemiz mümkün oluyor. Bu yoksulluk yol boyu bize eşlik edecek. Yol üzerine yerleştirilmiş sık aralıklı her küçük yerleşim biriminde yine ne iş yaptığını anlamakta zorlanacağınız kepenkli dükkancıklar ve önlerinde parkedilmiş motorlar ile oturan konik şapkalı insanlar dolu. Ortadoğunun yoksul manzarası devam ediyor. Gidiş geliş yol zaten sürekli riskli sollamalara neden oluyor. Vietnamlı şöförlerin araçlarını görerek değil hissederek kullandıklarına artık neredeyse eminim. Yol üstünde mola verdiğimiz tesiste yine hemen Vietnamın her yerinde göreceğimiz muhtemelen Çin işi envai çeşit hediyelik incik boncuk mevcut.
Yaklaşık beş saatlik yolculuğun ardından son derece modern bir 'cable stayed' köprüden geçip Ha Long'a varıyoruz. Birkaç gün öncesinde Tayvan'ı kasıp kavuran tayfun ucundan Ha Long'a da değmiş olduğundan ortalık biraz karışmış. Zaten asfalt olmayan yollar su birikintileri ve çamur kaplı. İnşa edilmekte olan dev resortlar keşmekeş içinde. Vietnamlılar da bina yaparak turizmi geliştireceklerini sanıyorlar bizim gibi. Yanıldıklarını maalesef pahalı yoldan anlayacaklar onlar da.
Ha Long körfezini görmenizin en elverişli yolu burada gecelik bir cruise seyahati satın almanız. Biz de öyle yaptık haliyle. Ancak Ha Long'daki iskele bu gemilerin yanaşmasına uygun olmadığından mekik görevi yapan bir tekneye alınıyoruz önce. Çevrenin tüm keşmekeşine rağmen hareketten önce herkesin can yeleğini giymesini sağlıyorlar. Cruise endüstrisi ülkenin diğer tarafları ile kıyaslanamayacak kadar gelişmiş durumda. Indochina Junk'a ait gemiye çıktığımız andan itibaren bu farkı tüm çıplaklığı ile görüyoruz. Ha Long limanını arkada bırakırken bir tür Alice Harikalar Diyarı'ndayız artık.
Su Üstünde Yaşam



Harika pho çorbası eşliğindeki sabah kahvaltısından sonra dönüşe başlıyoruz. Dönüş yolunda denizden çıkan bu kulelerin içini görebileceğimiz Thien Canh Son mağarasına uğruyoruz. Dönüşe geçen tüm cruise gemilerinin programında olduğundan mağarada epey sıra var. Trek ayakkabılarımı giymeme rağmen nemden ötürü kayganlaşmış mağaranın girişinde düşmekten kaçamıyorum. İnsuyu mağarası kadar güzel olmasa da oluşum halinde karstik sarkıt ve dikitleri görmek ilginç yine de.
Su Kuklaları

Sa Pa Çeltik Terasları
14-15 Eylül
Kuzey Vietnam'daki son durağımız çeltik terasları ile ünlü Sa Pa (ya da Sapa) bölgesi. Vietnamın Çin sınırında yaralan Sa Pa, turizmin son yıllarda patladığı, hem kültürel hem de coğrafi güzellikleri ile fotoğrafçılığın Kabe'lerinden biri olmaya başlamış bir bölge.
Sa Pa'yı kısıtlı bir sürede gezmenin en kolay yolunun rehberli bir organizasyon olduğunu düşündüğümüzden biz de trekking de içeren bir tur satın aldık. Yine sabahın köründe hazırlanıp beklemeye başladık. Bu sefer beklediğimiz araç biraz gecikti. Ama gelen aracın içi hıncahınç dolu. Ortalarda valizler geziyor. Zar zor arka sırada bir yer bulup sıkışıyoruz. Sa Pa, Hanoi'ye yaklaşık beş saat uzaklıkta. Bu araçta telef olmadan nasıl gideceğiz belirsiz. Neyse ki, bizi aldıktan sonra araç Hanoi otogarına yanaşıyor ve otobüse geçeceğimiz söyleniyor. Tam rahatlamışken otobüsün kapısında bir birikme oluyor. Herkes tek tek ayakkabılarını çıkarıp bir poşete koymaya başlamış. Camiye mi geldik acaba diye düşünüyorum. Allahtan giydiğim çorap delik değil!
İşin aslı otobüse binince anlaşılıyor; otobüste koltuk yok. Koltuk yok ama yatak var! Evet bu sleep-bus dedikleri türden bir araç. İki cam kenarı bir de orta olmak üzere üç sıra halinde iki katlı ranzalardan oluşuyor. Yaklaşık 35 kişi yatar pozisyonda sığdırılabiliyor. Matrix kozalarının otobüs halini düşünün. Yolculuğun daha rahat geçeceği açık. Yine de otobüsün içindeki tuvalete milletin ayakkabısız olarak nasıl gittiğini fazla iredelemeyin :)
Hanoi'den Sa Pa'ya giden yolun büyük bölümü otoban. Anlaşılan kuzeydeki kabile bölgelerinin gelişimi için Vietnam ciddi bir yol yatırımı yapmış. Otobandan gittiğimiz için evvelsi gün Ha Long'a giderken rastladığımız yoksulluk manzaralarına rastlamıyoruz; sadece kilometrelerce uzanan çeltik tarlaları. Yolun büyük kısmı uyuyarak ya da müzik dinleyerek geçiyor. Sa Pa'ya varmamıza sadece 10 km kadar kala dağ yoluna gireceğimizden kemerlerimizi bağlamamız isteniyor. Kozalarımızın içine yatay pozisyonda bağlanıyoruz. Bazı yolcular bağlandıkları kemerleri açamadıkları için panik olsalar da yola devam ediyoruz. Şöförümüzün hislerinden başka güvenecek birşey yok bu son bölümdeki bir tarafı uçurum dağ yolunda. Bir tür kör uçuş olarak adlandırsak yanlış olmaz. Türkçedeki 'sapa' kelimesi herhalde Sa Pa'dan kaynaklanmış olmalı, o kadar ücra bir nokta yani. Neyse ki sağ salim Sa Pa'ya giriyoruz.

İlk günümüzde UNESCO Kültür Mirası listesinde yaralan Cat Cat köyüne yürüyoruz. Köye giriş ücretli. Vietnam'da UNESCO eşittir ücret demek. Köye girmeden önce rehberimiz izin almadan portre fotoğrafı çekmememiz ve çocuklara hiçbir şekilde bahşiş vermememiz için bizi uyarıyor. Bu şekilde rahat para kazanmaya çalışan çocukların okulu bıraktıklarını ekliyor. Köyün dar sokaklarında sağlı sollu dizilmiş hediyelik eşya dükkanlarının arasında bize gülümseyen çocukların eşliğinde yürüyoruz. Çoğunun ayakları çıplak. Para vermesek de yanımızda biraz oyuncak götürmediğimiz için hayıflanıyoruz.

Rehberimiz özellikle Fransızlardan sonra bölgede hrıstiyanlığın yayıldığını anlatırken üzerinde güneş, yıldızlar, ay, ve hayvan kafası gibi şamanik semboller içeren bir örtü görünce şamanlığın bu bölgede yaygın olup olmadığını soruyorum. Ne de olsa orta Asya'dan çıktığımız yerlerin hem güneyindeyiz. Rehber bunu ilk kez duymuş gibi davranıyor. Az sonra yürümeye devam ettiğimizde Şaman'ın Evi tabelasını göreceğiz ama. Nedense şamalıktan utanır ya da saklar gibiler.
Köyü ikiye arayan akarsuyun üzerindeki derme çatma asma köprüyü geçince karşımıza bir şelale çıkıyor. Su tekdüze köye can katmış. Hemen ileride bölgeye özgü su değirmenleri var. Değirmenler burada pirinci küspesinden ayırıp öğütmek ya da beyazlatmak amacı ile kullanılıyor. Dere kenarındaki evlerde akan suyun kepçesini doldurup boşaltarak tahterevalli hareketi yapan mancınık tarzı bir aletle de hasat edilen pirinç tokmaklanarak işleniyor. Bu şirin köydeki gezintimiz gün batımı ile beraber sona eriyor. Sa Pa'ya dönüş yolunda turistik birkaç kafe var. Yanlarında da yine resim galerileri. Bu kadar küçük bir yerleşimde bile bu kadar sanat sevgisi gerçekten şaşırtıcı. Komünist sistem belki refah getirmemiş ama sanat her yerde.
Dağları Şekillendirmek

Birazdan ani bir dönüşle yoldan çıkıp patikadan tarlaların içine dalıyoruz. Sonunda harika doğanın içindeyiz diye düşünürken arkamızda elleri sopalı iki korucu beliriyor. Rehberle şiddetli bir tartışmanın ardından yola geri döndürülüyoruz. Gecikme üzerine gecikme devam ediyor. Rehberimize göre patika kenarındaki bitkilerin dallarını kırdığımız için geri çevrilmişiz! Gerçek az sonra ortaya çıkıyor. Yol üstünde bir kontrol ve bilet noktası! Uyanık rehberimiz ödemesi gereken giriş ücretlerinden yırtmak için ana yolu by-pass edip patikaya girmiş!

Sa Pa ahalisi bu dağları binlerce yılda şekillendirmiş. Dağları teraslayıp tarıma ve çeltiğe elverişli hale getirmişler. Hektarlarca devam eden bu tarlaların üretiminin sadece kendilerine yettiğini öğreniyoruz. Burada her öğünün baş tacı pirinç. Sa Pa'da hasat mevsimi başlamış. Tarlalarda bölgeye has mandalarla birlikte çalışan öbek öbek insanlar. Dere kenarlarında balık tutmaya çalışan dünya tatlısı küçük Vietnamlılar.

Yemekten kalkıp Lao Chai köyüne giriyoruz. Burası da Cat Cat gibi dere kıyıyısında turizmden nemalanmaya çalışan bir yerleşim. Buradaki çocuklar biraz da uzak olmasından mütevellit daha biçare durumdalar. Yolda turistlerin bıraktıkları teneke meşrubat kutularından bilezik ve kolye yaparak eğlenen kız çocukları içimize işliyor. Mutluluk para ile satın alınan birşey değil.

Sonuçta bizi bekleyen bir minibüs ile Sa Pa'ya geri dönüyoruz. Duş yapma imkanı bulup otobüsümüze yetişiyoruz. Sa Pa ve çevresi terasların su dolu olduğu bir Mayıs ayında tekrar ziyaret edilmek üzere, bazıları tatsız olsa da muhteşem manzarası hafızalara kazınmış halde arkamızda kalıyor.
Ekim 2016
Ender Şenkaya