World in my Viewfinder

13 Mayıs 2016 Cuma

Patagonya'da Bir Hafta



25 Ocak - 1 Şubat 2016

Fin Del Mundo, Ushuaia 
25/01

16 saatlik kıtalararası uçuşun ardından Buenos Aires’de geçirdiğimiz iki gece ve bir gün süren konaklamamız sonrası asıl hedefimiz Ushuaia’ya ulaşmak için sabahın erken saatlerinde yola düşüyoruz. 



Güney Amerika ve ilk rötarımız. Rötarlarla alışacağız bu seyahitimizde. Tek sorun havaalanlarında anonsların sadece İspanyolca yapılması. İngilizce öylen bilinen bir dil değil Güney Amerika’da.

Biz Dünya’nın bir ucuna gidecek şanslı kişilerden olduğumuzu zannederken, Buenos Aires’den Ushuaia’ya giden uçak sayısının fazlalılığı dikkat çekici. Arjantin turizm sektörü Fin del Mundo (Dünya’nın Ucu) konseptini iyi pazarlıyor anlaşıldığı kadarı ile. Yaklaşık 2 saatlik rötarın ardından 4 saatlik uçuşumuz başlıyor. Dev Airbus A330 dünyanın dört bir yanından turist ve çok az sayıda yerli ile tıka basa dolu. Dört saat boyunca hiç konuşmayıp yanımda telefonundan film seyreden Marianne, inişe geçtiğimiz anons edilince Ushuaia misafirperverliği ile üzerinden geçtiğimiz dağları anlatmaya başlıyor. En çok sevdiği Beş Kızkardeşler (Five Sisters) olarak adlandırılan karlar altındaki beşli tepe silsilesi. Anlaşılan Dünyanın Ucu biraz soğuk. -13 dereceden +32 dereceye gelmiştik Buenos Aires’de. Yeniden sıfır derecelerle tanışacağız Ushuaia gecelerinde ki, yazın ortasındayız güney yarımkürenin en uç noktasında. 

Ushuaia havaalanı ahşap kolonların üzerine yerleştirilmiş lamine ahşap kirişlerle geçilmiş yüksek tavanları ile çelik, ahşap ve camdan teşekkül ferah ve şirin bir kutup yapısı. Kolayca bir taksi bulup Ushuaia’nın tepesindeki otelimize ulaşıyoruz. Şehir merkezine buradan yürüyerek inmek kolay olsa da, geri dönmek için her defasında taksi bulmamız gerekecek. Ushuaia’da otel tutarken eş yükselti haritasına da bakmayı ihmal etmeyin :) 

Ushuaia ve çevresi İspanyolca’da Dünyanın Sonu (Ucu) anlamına gelen Fin Del Mundo olarak adlandırılıyor. Bir zamanlar en azılı suçlularla cezalandırılan memurların sürgün yeri olan Ushuaia, bugün milli parkları, eşsiz doğası, penguen ve deniz aslanları ile ciddi bir turizm potansiyeli yaratıyor. İyi ki Darwin geçmiş buralardan. Eğer Antarktika’ya da yolunuzu düşüreceksiniz büyük olasılıkla buradan kalkan bir cruise gemisi bulacaksınız. Antarktika seyahatlerinin ana karadaki son noktası Ushuaia limanı; buradan yaklaşık 9 günlük bir seyahat almanız gerekiyor Antarktika’nın anakaraya en yakın yarımadasını “ucundan” görmek için. İlginizi çekerse, cruise fiyatları 8-16 bin Euro arası değişiyor ve en az altı ay önceden rezervasyon yaptırmanız öneriliyor.


İki en fazla üç katlı, genelde prefabrik kılıklı evlerin, birbirini dik olarak kesen cadde ve sokaklar üzerine yerleştirildiği düzenli şehir planlaması olan bir kasabadayız. Kasaba, limandan arkadaki tepelere doğru yükseliyor. Tepelere doğru çıktıkça sert iklimli bu çorak toprak parçasının zulmüne dayanamamış ve yol kenarlarına terkedilmiş hurda otomobil sayısı da artıyor. Zaten Ushuaia, hurdaları ve batıkları ile yalnız ve çorak bir ülke. Patagonya’nın en güneyi ve dünyanın ucu da olsa trafik kültürünün bizim ülkemizden kat be kat kat dazla oluşuna şaştığım söylenemez. Çok sert kıştan ötürü yokuş aşağı inen otomobillerin her zaman geçiş önceliği var örneğin. Ama yayalar her zaman bir numara.  Hakkı olandan fazlasını almak için yırtınan insanlar ülkesinde değiliz ki, Patagonya’dayız sonuçta.  

Ushuaia kıyı şeridinde görebileceğiniz en ilgi çekici nesne hiç şüphesiz karaya oturmuş Saint Christopher römorkörü. Normandiya çıkartması sırasında İngiliz donanmasına hizmet etmiş bu gemi, daha sonra Arjantinliler tarafından satın alınıp Beagle Kanalında gemi kurtarma ve batık temizleme işlerinde kullanılmış. 1957’de karaya vuran geminin kaderi de aynı kaderi paylaşan pek çokları gibi Ushuaia’da terkedilmek olmuş.


Üç-dort ay kadar sürdüğü söylenen çok kısa turizm mevsimini değerlendirmek için size çok çeşitli imkanlar sunan pek çok acenta buluyorsunuz liman tarafında. Turizm bürosunda da en uygun alternatifler hakkında bilgi alabilirsiniz. Bizim iki ana hedefimiz var; Beagle Channel’da penguenler ve Tierra Del Fuego milli parkı.


Beagle Channel
26/01

HMS Beagle'ın kaptanı FitzRoy, genç biyolog Charles Darwin ile o ünlü seyahate çıkmadan bir sene önce bu boğazı adlandırmamış olsa bu kadar ünlü olmayacaktı belki. Beagle, Darwin'in seyahati sonrası o kadar ünlü bir isim haline gelmiş ki, Atlantik ile Pasifiği bu en güney noktadan birbirine bağlayan boğaz da Evrim Teorisi ile birlikte anılmaya başlanmış. Bir şeyi sahiplenmek onu isimlendirmekle başlıyor. 

Bindiğimiz küçük yolcu katamaranı, geç doğan günün ilk saatlerinde Beagle boğazında Ushuai'dan batıya doğru yola çıkıyor. Yaz aylarının ortası olsa bile hava kasvetli ve üst açık güverte o kadar rüzgarlı ki, eğer sıkı giyinmediyseniz kolay kolay durulabilecek gibi değil. Hem zaman hem de mali olarak ayarlanması çok güç olduğundan bir Antartika cruise seyahati satın alamadığımızdan penguenler ve deniz aslanlarını görmemizin tek yolu bu katamaran.

Yılın ancak birkaç ayı geçişe izin veren boğaz bugün sakin. Ushuaia'nın sembolü kırmızı beyaz deniz fenerlerini uzaktan penguen sandığımız macellan karabatak sürüleri arasından izleyerek devam ediyoruz. Bu kuşlara uçan penguen demek daha doğru. Evrim, bazı penguenlere kanatlar hediye etmiş gibi. Beagle Boğazının pek çok gemiye ve gemiciye mezar olmuş kayalıkları bu tepeli karabatak türleri için eşsiz bir yuva sağlıyor. Bu arada uçmaktan çok dalmayı bilen penguenlerin de taksonomik olarak kuşlar ailesinin üyeleri olduklarının altını çizmek gerek.


Karabataklar sonrası ilk ziyaret yine kayalıkları mesken tutmuş deniz aslanları kolonilerine. Yaklaşık iki buçuk metreye ulaşan boyları ile bu tembel görünümlü memelilere yaklaşmak pek akıllıca olmaz. Zaten katamaran yaklaştığında sürünün lideri erkekler kafalarını kaldırıp "böğürmeye" başlayarak o bölgenin ağasının kim olduğunu kibarca hatırlatıyor. Uysal görünümlü olsalar da uzak akrabaları deniz ayıları gibi öldürücü olma ihtimalleri de yüksek. Bu arada üstünde durdukları ve yürümelerine yardımcı olan uzuvların anatomik olarak yüzgeç değil ayak olduklarını söylemekte fayda var. Ya da evrimsel olarak yüzgeçlerin ayaklara dönüştüğü sürecin canlı kanıtlarından sadece birisi.


Deniz aslanları ve Jules Verne’nin Dünyanın Ucundaki Fener romanına konu olmuş fenerden daha güneyde yeraldığı iddia edilen bir diğer feneri geçip,  penguen kolonilerine doğru ilerliyoruz. Buradaki yaygın penguen türü macellan penguenleri. Ama kaptanımız aslında Antarktikaya özgü olan bir çift kral ve bir çift de imparator penguenin nerede saklandıklarını bildiğinden nokta atışı ile bizi doğrudan onlara götürüyor. Ushuaialı balıkçıların bu Antarktika türlerini özel besleyerek orada tutmayı başardıklarından neredeyse eminiz :) Biraz daha fazla para öderseniz bazı tekneler sizi bir botla penguen kolonilerine çıkartabiliyor. Ya da yanınızda 300mm lens olması yeterli. 


Türlü kolonileri geçtikten sonra, Beş Kızkardeşler ve Mt.Oliviayı seyredip, sert havalarda kıyılara vurup çürümeye yüz tutmuş pek çok batığın arasından geçerek "Ateş Ülkesi" Tierra del Fuego’nun kalbi Harberton Çiftliğine doğru yol alırken, HMS Beagle’ın aslında ne kadar şanslı olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Çiftlik buraya ilk yerleşen misyonerlerden kalma. Aslında çoğul kullanmamak gerek, zira sadece birisi, yerli Fuegiaların saldırılarından yılmayıp orada kalmayı başarmış. Beagle’ın kaptanı FitzRoy tarafından misyonerlik faaliyetleri için bölgeye getirilmiş yerleşimcilerin başarısız olacaklarını Darwin daha o ilk 1832 seyahatinde tahmin etmiş. Zira yerli vahşi Fuegialıların çok sert kış mevsimlerinde köpekleri dururken kadınlarını yediklerini duyup nedenini sorduğunda aldığı cevap bu sonuca varması için yeterliymiş “köpek samur yakalar, kadınlar işe yaramaz, adamlar çok aç”. Darwin’e göre bu tür ilkel kabileler kesinlikle kendi hallerinde doğa içinde özgür bırakılmalıydılar. Onların hayatlarına müdahale ettiğinizde yok olmaları kaçınılmazdı. Zaten Darwin’in seyahati sırasında on bin civarında olan bir kabilenin nüfusu 1960’da yüz kişi kadar kalmış. Tarih Darwin’i çeşitli vesilerle doğrulamaya devam edecekti.

Harberton çiftliği ve çevresi zorlu doğa koşullarından nasibini fazlası ile almış. Hemen herşey çürümeye yüz tutmuş.  Sadece çevreye atılmış tekne ve kamyonetlerin çürümüş halleri bile bize aslında ne kadar uzak ve ücra bir köşede olduğumuzu hatırlatmak için yeterli. Fin del Mundo burada anlamını buluyor. 


Çiftlik, bugün ilk yerleşimci Thomas Bridges’in üçüncü kuşak torunu Thomas Goodal ve doğabilimci Amerikalı eşi Natalie tarafından idare ediliyor. Natalie, 60’larda sırt çantasıyla geldiği Tierra del Fuego’da Thomas’a aşık olup kalmış. Amatör olarak deniz hayvanlarının kemiklerini toplarken sonradan bu koleksiyondan Acatashun Müzesi’ni kurmuş. Hurdalar ve batıklar dışında hemen hiçbirşey bulunmayan bir toprak parçası üzerinde müze kurmak! Aç Parantez - Londra’da en sevdiğim iki yer olmuştu, Natural History Museum ve British Museum. İkisinin de en önemli bölümleri bu kemik toplayıcı doağabilimcilere ayrılmıştı ki, British Museum’un aydınlanma salonunu ağırlıklı olarak bu koleksiyoncular işgal ediyordu. Natalie’yi de bu saygın topluluğa yerleştirmek gerek. Acatashun müzesinde Londra müzelerini hayran hayran seyreden minik çocukların büyümüş hallerine de rastladım. Kapa Parantez - Hem rehber olarak çalışan hem de kıyılara vurmuş hayvan cestelerini kaynatıp etlerinden arındıran, sonra da tür tasniflerini yapan işte o çocuklardı. Ne internetleri, ne televizyonları ne de radyoları vardı ama yaptıkları işi anlatırken ağızlarından bal damlıyordu. Yine o çocukların anlattıklarına göre Tierra del Fuego kıyıları Antarktika çevresini dolanan akıntıların sürükleyerek getirdiği deniz canlılarını toplayıp tasnif etmek açısından çok elverişliydi.


Çiftlikte kuşaklar boyunca kullanılan ve her biri Dünya'nın Ucu’na ilk kez getirilmiş türlü makine ve ekipman ile bunlardan arta kalanları görmeniz mümkün. Koydaki iskelelerin ucuna yerleştirilmiş tuvaletçikler de açıkçası çok şirin.

Harberton çiftliğinde güzel de bir restoran bulunuyor. Dünyanın ucunda olsa da fiyatları makul. Dönüş yoluna geçmeden önce yemek ve malbec molası iyi gelecek.

Uzun ve verimli bir seyahat gününün ardından, dönüş yolculuğumuzu bu sefer karayolu ile yapıyoruz. Ormanın içinden geçen bir saatlik yolculuk süresince bölgenin bitki örtüsünü de gözlemle imkanımız oluyor. 

Ushuaia'da yemek için en uygun yerler İtalyan restoranları sanırım. İyi ki bu İtalyanlar dünyanın her yerinde restorancılık yapıyor. Son gün programımızda Tierra del Fuego Milli Parkı var. Araştırmalarımız sonucunda en uygun yolun gün boyu servis sağlayan minibüsler olduğunu anlıyoruz. Artık rahatça otele dönüp yatabiliriz. 


Tierra del Fuego Milli Parkı
27/01

Hemen söylemek gerek ki Tierra del Fuego’nun hem Arjantin hem de Şili bölümleri var. Biz Arjantin bölümündeyiz. Yalnız Arjantin bölümünün araya Şili girdiğinden Arjantin ile kara bağlantısı yok. Şili bölümünün ise and dağlarını aşacak bir yol yapmadıklarından yol bağlantısı yok; karayolundan gitmek isterseniz daha önce Arjantin’e girip sonra Şili’de Punta Arenas’tan bir gemiyle ulaşmanız gerekiyor. 

Sabah saat 10 gibi minibüse atlayıp milli parka doğru yola çıkıyoruz. Girişteki bilet gişesinde epey sıra bekledikten sonra minibüs bizi Bahaia Lapataia trekking noktasına bırakıyor. Burası park içindeki pek çok parkur içinde Beagle boğazı kıyısından yürüyebileceğiniz bir parkur. Kendimizi güzel işaretlenmiş parkurdan çıkartarak, sık sazlıkların arasından kumsala atıyoruz. Kumsal dediysek taban kumdan değil, kabuklu deniz canlılarının kalıntılarından ibaret. Milyarlaca kabuğun üzerinde yürürken bir suçluluk duygusu kaplıyor içimi, ne de olsa faunaya kısmı bir zarar da veriyor olabiliriz. Kıyıya ulaşırken geçtiğimiz yoğun sazlık ve ot örtüsünün altında kimi sürüngenlerle karşılamız olası diye düşünürken, daha sonra aslında Patagonya’nın büyük bölümünde soğuk kanlı sürüngenlerin sert iklim şartlarına uyum sağlayamadıklarından yaşayamadıklarını öğreniyoruz. Bu biraz iç rahatlatıcı :)

Bu kıyı şeridi Darwin’in kano insanları olarak adlandırdığı Fuegia kabilelerinin de doğal yaşam alanıymış. Kumsal boyunca bölgeye neden Ateş Ülkesi dendiği de anlamını bulmaya başlıyor. Tüm kıyının aslında volkanik püskürmelerden ve hızla soğuyan lav katmanlarından oluştuğu görülüyor. Hemen her kaya parçasının üzeri sülfür kalıntıları nedeniyle sarıya boyanmış. Yerküre, içindeki zehiri bu noktaya kusmuş sanki. Lav akıntıları bazı yerlede o kadar hızlı soğumuş ki katmanların arası bıçak gibi keskin. Hava kapalı da olsa Beagle boğazı bu sarımtırak kayalıklar arasından eşsiz güzellikte manzaralar sunuyor. 


Kıyıdaki yürüyüş sonrası tekrar işaretli parkura dönüp her dem yeşil macellan kayın ve akgürgenler arasından yürüyüşe devam ediyoruz. Malesef buradaki orman alanları önüne geçilemeyen turuncu mantar türünün istilası altında. Bu mantar türünün nasıl yıkıcı olabileceğini daha sonra Şili Patagonyasını gezerken çok açık şekilde göreceğiz. Yol sizi bir koydan diğerine götürmeye devam ediyor. Aynı manzara farklı açılardan görmemiz mümkün oluyor. Şansımız yaver gittiğinden Darwin’in arkadaşları olarak da adlandırılan macellan saksağanlarını (ingilizce adıyla midye avcıları) görme şansımız da oluyor. Bu hayvanların özellikle dünyanın başka bölgelerindeki saksağanlara göre farklı gagalar geliştirmiş olmaları, Darwin'nin evrim teorisini şekillendirken yol gösterici olduğu söyleniyor. 

Yaklaşık yarım gün süren milli park gezimizin sonunda bizi getiren firmanın minibüsünü zor da olsa bularak geri dönüyoruz. Dönüş yolunda minibüsler diğer noktalarda yolcu indirmediğinden sadece tek yürüyüş rotası ile yetinmemiz gerekiyor. 

Ushuaia’da artık son gecemiz. Limanda bir de Türkiye’den gelmiş yelkenli olduğunu Türk olduğumuzu öğrenen restoran sahiplerinden öğreniyoruz. Harika bir seyahat yapmış olmalılar. Gün eşsiz güzellikte turuncu kırmızı renkelerini saçarak Saint Christopher’ın ardında batıyor. Batık, bu terkedilmiş ve çürümeye yüz tutmuş hali ile Ushuaia’nın kendisi sanki. Saint Christopher Ushuaia’dır.


El Calafate
28-29/01

Ushuaia’ya veda etmek kolay olmuyor. Evet sevdik bir yandan ama ondan değil. Havaalanı o kadar kalabalık ki, online biniş kartımız olmasa neredeyse El Calafate uçağını kaçıracağız. Güvenlik kontrolü kuyruğu merdivenlere taşıyor. Dünyanın ucunda mıyız, Kızılay’da metro durağında mıyız belli değil. 

Yine tipik bir Aerolinas Argentinas gecikmesi sonrası, bir saatlik uçuşun ardından Patagonya'nın başkenti El Calafate'a (Kalafat okunuyor) varıyoruz. Burada bitki örtüsü neredeyse sadece çalılardan oluşuyor ve tabii ki yaban mersinleri. El Calafate'ın kelime anlamı yaban mersiniymiş (blue berry). Lago Argentina gölünün kıyısındaki otelimize yerleştiğimizde gördüğümüz manzara Afyon Kütahya arasındaki uçsuz bucaksız bozkırları andırıyor. Lago Argentino da, turkuaz rengi ile Beyşehir ve Burdur göllerinin belli mevsimlerdeki halini andırıyor. 


El Calafate'da iki gece konaklayacağız. Amacımız Lago Argentino kıyısındaki Los Glaciers milli parkını görmek. Ama öncelikle Always Glaciers otobüs firmasını bulup iki gün sonraki Şili seyahatimiz için bilet almalıyız. Bilet bulamazsak bütün Patagonya seyahatimiz allak bullak olacak. Bu nedenle buzul gezimizle ilgili organizasyonu akşamüstüne erteliyoruz. Bu hatayı pahalı ödeyeceğiz. El Calafate'ın ana caddesi sağlı sollu türlü seyahat acentası ile dolu. Trekking'den, buzul yürüyüşlerine, teknelerle buzul gezilerine kadar türlü gezi alternatifi sunuyorlar. Sadece ana cadde değil, dik ve paralel sokaklar da bu turizm çılgınlığından payını almış. Tabela kirliliği içinde Always Glaciers'i bulmak için yukarı aşağı defalarca yürümemi iki saat kaybetmemize neden oluyor. Neyse ki, iki gün sonraki otobüste yer buluyoruz. Şili programımız sekteye uğramayacak.

Şili programını kesinleştirmenin rahtalığı ile Lago Argentino'da buzul gezisi yaptıran katamaran şirketlerini gezmeye başlıyoruz, ama bu saatte yer kalmamış! Ve bizim buzul gezisi için sadece tek günümüz var. Aksi takdirde ertesi gün sadece kalafatları seyredeceğiz! Şirketler kapanmaya yakın (ki hava saat 10 gibi kararıyor yazın ortasındayız ) birisi bize kaptan köşkünde yer olduğunu söylüyor. Kaptan köşkünde "ağarlanma"nın bedeli normal gezinin iki misli. Elimiz mahkum satın alıyoruz. Patagonya'da "ağarlıyorlar" bizi :) Moral bozukluğumuzu gidermek için vitrininde tütsülenen etler çatılmış klasik gaucho tarzı restoranlardan birine girip et ve Arjantin şarapları ile teselli buluyoruz. Arjantin'in milli şarabı malbec üzümlerinden. Ama ne kalite ne de servis, seyahatimizin son günü Sao Paulo'da gittiğimiz Fago de Chao'nun yanına yaklaşabilirmiş. Fago de Chao'nun yanına zaten ne yaklaşabilir, bilmiyorum. Ayrı yazı yazmak lazım o gaucho restoranı hakkında.


Los Glaciers Milli Parkı
29/01

El Calafate’da bir tur ya da gezi almanın güzel yanı sabah otelinizden direk alınıyor olmanız. Sabahın erken saatlerinde otelden alınıp bir aktarma yaptıktan sonra katamarana bineceğimiz limana varıyoruz. Kaptan köşkündeki yerimizi alıyoruz.  Kaptan köşkünde gün boyu içki ikramı olacağı söylenmişti. Sabah kahvaltısında viski isteyince kibarca reddediyorlar, çok ayıp! Verdiğimiz parayı çıkartmamız gerekli.

Her iki yandaki balkonlar fotoğraf çekmeye son derece uygun. Rehberimiz Daniela, Los Glaciers milli parkını anlatmaya başlıyor. 200 metre rakımı olan Lago Argentino'nun turkuaz rengi, içindeki mineral yapısından özellikle de aluminyumdan kaynaklanıyormuş. Aynı rengi Şili Patagonyasındaki göllerde de sık sık göreceğiz. Yazın ortası olmasına rağmen çok sert bir hava var. Rüzgarın şiddetinden Buenos Aires'ten aldığım şapkamı gölün soğuk sularında kaybediyorum. Bu kadar turist akınına uğrasa bile çok sert çevreci önlemler uygulanıyor. Sadece iki firma milli park içinde katamaran çalıştırabiliyor. İlk hedefimiz Upsala buzulu. Buzullardan kopmuş dev aysbergler arasından ilerleyerek buzula yaklaşıyoruz. Bir mil kala duruyoruz, ilerisi yasak bölge. Sanırım bunun en önemli nedeni Upsala'nın yüzer bir buzul olması. Bu buzulların yaklaşık 65 milyon yıllık formasyonlar olduğunu öğreniyoruz. Pasifik ve Atlantiği ayıran And dağlarının üzerinde karşılaşan farklı sıcaklıktaki hava kütlelerinin sürekli olarak ani yoğuşması ile oluşmuşlar. Yani dinozorların Dünyada hüküm sürdükleri 200 milyon yılın son dönemine denk geliyor bu oluşumlar. İlginç şekilde dinozorları yok eden büyük göktaşı çarpması sonucu sera etkisi nedeniyle aşırı ısınan atmosferden az etkilenmiş olsalar gerek ki, -bu dönemde Dünya üzerinde sıcaklığın kimi bölgelerde 70-80 dereceyi bulduğu tahmin ediliyor- hala direniyorlar. Bence bu küresel ısınma biraz fazla abartılıyor :) ya da son buzul çağında bu buzullar tekrar güç toplamış olmalılar. Dünya bir şekilde dengeliyor doğasını.


Upsala’dan sonra yine aysbergler arasında Spegazzini buzuluna doğru ilerliyoruz. Spegaziini milli parktaki en yüksek buzul. Suyun üzerinde 80-135 metre arasında değişiyor yüksekliği. Suyun altında da 50 metre derinliğe kadar iniyor. Yüzer durumda olan Upsala’nın tersine kayaların üzerine oturuyor; yani küresel ısınma nedeniyle erimeye başlarsa su seviyesini yükseltecektir. Upsala’nın erimesi birşey değiştirmeyecek. Buzullar son on yılda yaklaşık 9 km küçülmüşler. Eskiden üzerleri buzul kaplı kayalıklar cilalanmış gibi kaldıklarından kolayca anlaşılıyorlar. Spegazzini de kayaların üzerine oturduğundan çok yakından bakma şansımız oluyor. O arada büyük gacırtılar çıkmaya başlayınca irkiliyoruz. Büyük bir buz kütlesi koparak Lago Argentino’nun soğuk sularına gömülüyor. 

Milli park ilan edilmeden önce Lago Argentino çevresinde pek çok çiftlik varmış. Kamulaştırma sonrası yerleşimciler hayvanlarını bırakarak bölgeyi terketmişler. Etrafta bu nedenle pek çok çiftlik hayvanının torunları özgürce dolaşmaya devam ediyor.

Buzul seyahatimiz öğleden sonra sona erse de otele ulaşmamız akşam saatlerini buluyor. Yemeği otelde yiyerek erken yatıyoruz. Ertesi sabah saat 6’da Always Glaciers bizi otelden alacak.


Otobüste
30/01

El Calafate’da son sabahımızda otobüsü bekletmemek için erkenden kalkınca şafak vaktinin o sıcacık güzel renklerini görme şansına kavuşuyoruz. Otobüs diğer yolcuları toplayıp en son bize geldiğinden biraz beklesek de manzaranın keyfini çıkarmak için vaktimiz kalıyor.  Yine de otelden alınmak büyük konfor. Yaşasın karayolu!

Bugün büyük gün. Karayolu ile Arjantin’den Şili’ye geçeceğiz. Bu sayede Patagonya’nın büyük bölümünün doğasını da gözlemleme imkanımız olacak.

Sabahın ilk ışıkları ile Lago Argentino üzerindeki beze şekilli bulutların altında yola çıkıyoruz. Sınır geçişi dahil yaklaşık 8 saatlik bir yolumuz var Torres del Paine için. Yol boyu otlaklar dikenli teller ile çevrilmiş. Bölgeye has, lamalarla aynı familyaya mensup guanacoları seyrederek yol alıyoruz.  Bu dikenli teller guanacoların en büyük düşmanı. Artık Fuegialılar tarafından da avlanmayan bu şirin hayvanların dikenli tellerden başka düşmanı kalmamış çünkü. Fuegialılar da onları özellikle derilerinden örtü yapmak üzere avlarlarmış.  Guanaco’lar dışında yol boyu gözlediğimiz Patagonya’nın faunası şahinler, otlatılan küçükbaşlar, deve kuşları ve flamingolardan oluşuyor. Aklıma Darwin’in eskizlerini yaptığı devekuşu avı sahneleri geliyor. Daha önce de söylediğim gibi tüm arazi İç batı Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarından farksız. En önemli fark yol boyuna serpiştirilmiş kırmızı bayraklar ve küçük kulübeciklerle işaretlenmiş yolüstü mezarları. 

Otobüs, bazıları çocukları ile seyahat eden Avrupalı çiftler, çok az yerel ve trekkingçilerle dolu. Hemen hepsi sırt çantalı, hike botlu, şortlu ya da uzun etekleri ile bir zamanların çiçek çocuklarına benziyorlar. Çocuklar da olduğu için tuvaleti olmayan otobüsü arada durdurmaları gerekiyor. Başkaları ise otobüsü durdurmak istemediğinden arkaya geçerek "boşalmış" pet şişeleri dolduruyor. Herşeye rağmen son derece sakin ve çevreye saygılı bir grup. 

Yaklaşık iki saat yolculuğun ardından bir vahşi batı son şans barını andıran Arjantin sınır kapısına geliyoruz. Ortalık tıklım tıklım. Tek katlı ahşap binanın önünde kuyruktayız ve hava giderek ısınıyor. Bir saat beklediğimiz halde ilerleme kaydedemiyoruz. Patagonya’dayız ama sırayı bozmaya çalışan uyanıklar yok. Sınır kapısındaki asıl sorun tuvalet olmaması. Tuvalet soran Japon turistlere binanın arkasındaki çayır gösterildiğinde yüzlerinin aldığı şekli anlamak için Japon tuvalet kültürünü biraz bilmek yeterli :) Kuyruğun kulübenin içindeki bölümüne geldiğimizde biraz rahatlıyoruz. Otobüsteki sarı kafa çocukladan biri bacaklarımızın arasında gerek emekleyerek gerek koşturmaya çalışarak bulduğu kaygan bir taşla sert zemin üzerinde "top" oynuyor. Onunla paslaşarak vakit geçiriyoruz. Taş sürekli diğer insanlara çarpsa da herkes çok sabırlı. Bir Türk annenin, çocuğunu envayi çeşit insanın bacaklarının altında emekleyerek top oynarken seyrettiğini hayal edemiyorum. 

Uzun bekleyişin ardından pasaportlarımıza çıkış damgaları vurdurup otobüsümüze dönüyoruz. 500 metre ileride Şili giriş kapısı var. Burası çok daha medeni. Hem yemek, hem tuvalet hem de döviz ofisi buluyoruz. Burada yeterli miktarda para bozdurmanız gerek. Torres del Paine milli parkında para bozduracağınız bir yer yok zira.

Sınırı geçtikten sonra benzer manzaraları izleyerek hedefe doğru ilerlemeye başlıyoruz. Ama artık güzel rehberimiz Alejandra bize eşlik edecek. Always Glaciers’den dev hizmet! 

Yolda gördüğümüz orman alanlarının büyük bölümü Tierra del Fuego milli parkında gördüğümüz turuncu mantar hastalığı ile neredeyse yok olmuş. Şili tarafında yolüstü mezarları derme çatma kulübelerden daha estetik şömineleri andıran küçük yapılara dönüşüyor. 

Torres del Paine’ye yaklaştıkça Paine Masifi arkada bütün heybeti ile ortaya çıkıyor, tabii ki turkuaz renkli göllerin ardında. Bu göllerin de rengini içerdikleri mineraller veriyor Lago Argentino’da olduğu gibi. Torres del Paine yerel dilde Turkuazdan (soluk mavi) yükselen kuleler anlamına geliyor. Adı geçen “kuleleri” iki gün boyunca yakından göreceğiz. Alejandra, Paine Massive'in And Dağlarına göre 80 milyon yaşında nispeten genç bir formasyon olduğunu anlatıyor. Uzaktan ilk kez gördüğümüz çift renkli The Horn tepeleri (Cuernos del Paine) ise büyüleyici. Tepelerin en yüksek noktaları siyah iken alt kısımları gri renkte kalmış. Tamamen grafitten monoblok bir malzeme olmasına rağmen eskiden buzul kaplı bölümler gri kalmış. Buzul erirken tepeleri cilalamış anlaşılan.


Kısa süre sonra Torres del Paine milli parkına ulaşıyoruz. Parka giriş otobüs fiyatına dahil değil. İyi ki yeterli para bozdurmuşuz zira burada Sam Amca parası geçmiyor. Giriş ücreti dediysek tam 28 dolara denk geliyor. Gördüğüm en pahalı milli park olacak! Neyse ki pasaport numaranızı yazarsanız üç gün boyunca geçerliymiş. Ne kadar rahatlatıcı :)

Daha ilginci kalacağımız otel milli parkın içinde; Hosteria Pehoe. Böyle bir şeyi de ilk kez görüyorum. Şili'de ilkler çok anlaşılan. Milli parkın girişinde önemli bir uyarı var: ateş yakmanın beş yıl, yaktığı ateş nedeniyle orman yangınına sebep olmanın otuz yıla kadar hapisle cezalandırılacağı ilgili kanun maddesine atfen not edilmiş. Nedenini birazdan göreceğiz.

Biletlerimiz ve bulabildiğimiz haritalarla tekrar otobüsümüze dönüp turumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Az sonra bir mola daha ve rehberimiz bizi küçük bir yürüyüşe çıkarıyor. Bir ormanın kalıntıları arasından geçip Büyük Şelale Salto Grande'ye ulaşıyoruz. Alejandra ormanın ateş yakmak isteyen İsrailli bir orman mühendisinin çıkardığı yangın sonucu bu hale geldiğini söylüyor. Ne kadar trajik bir durum. Girişteki uyarı böylece anlam kazanıyor. Hayalet ağaçlar kollarını göğe uzatmış "neden" diye sorar gibiler. 

Salto Grande seyir teraslarına geldiğimizde durumu daha iyi anlayabiliyoruz. O kadar şiddetli ve ani yön değiştiren rüzgarlar var ki, en ufak kıvılcımın facia yaratması an meselesi. Rüzgarın şiddetinden Salto Grande'nin uzun pozlama fotoğraflarını çekmek neredeyse imkansız. Koca makinalar bile kağıt gibi sallanıyor. Çıktığımız uçurumdan kayıp düşmemek için ekstra çaba sarfediyoruz. Bu güzelliği fotoğraflamak isterken otobüse geç kalıyoruz. 

Otobüsün son durağı Pehoe gölü kıyısındaki otelimiz. Ekip burada yemeğe otururken biz de odamıza yerleşiyoruz. Artık akşamüstü. Neredeyse Arjantinden Şiliye odadan odaya servis. 


Torres del Paine
30/01-01/02

Küçük bir dinlenmenin ardından üç gün boyunca bizi Şili Patagonyası’nda gezdirecek yakışıklı ve güler yüzlü rehberimiz Marco ile buluşup Şili Camenere şarabı eşliğinde programımızı gözden geçiriyoruz. Marco makine mühendisi olmasına rağmen doğru bir kararla mesleğini değil sevdiği işi yapanlardan. Aynı bölgede rehberlik yapan bir Türk kız arkadaşı da var. Kendisini de o sayede bulduk.

İlk gün günbatımını Lago Grey gölünde izleyeceğiz. Marco, Çin malı tozlu bir pickup ile yaklaşık 45 dakikalık bir sürüşün ardından Hosteria Lago Grey’e götürüyor bizi. Kamera ve kumanyalarımızı alıp yürümeye başlıyoruz. Az sonra kumsala ulaşıyoruz. Lago Grey aynı isimli buzulun önünde uzanıyor. Günbatımı akşam 10:30 sularında olduğu için epey vaktimiz var. Kumsal boyunca yine şiddetli rüzgar altında fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Patagonyayı hep bu rüzgarları ile hatırlayacağım. Karşımızda gördüğümüz Grey Buzulu gerçekten gri renkte. Kumsalın sonundan küçük bir tırmanışla Mirador’a yani manzara seyir noktasına ulaşıyoruz. Zaten bulutlu hava karardıkça daha da serinliyor. O sırada küçük bir mucize oluyor ve bulutlar arasında oluşan bir açıklıktan fırsat bulan güneş, karşımızdaki tepeleri aydınlatıyor. İlk gün bu kadar güneş var kısmetimizde.  Otelimizin Lago Pehoe kıyısındaki restoranından Horn’un gece manzarası inanılmaz. Sanırım Patagonya’nın zirve noktası burası.


Ertesi gün sabah 8’de Marco ile buluşup dev adam Christian’in kullandığı aynı minik pickup’a sığmaya çalışıp yola düşüyoruz. Bir saatlik toprak yol rallisinin ardından gün boyu sürecek yürüyüş rotamızın başlangıç noktası Hosteria Mirador del Paine’deyiz. Laguna Verde kıyısından Mirador Lago Toro’ya doğru yürümeye başlıyoruz.  Yaklaşık 14 km’lik parkur boyunca asıl olarak kayın ve akgürgenlerden oluşan ormanlar bize eşlik ediyor. Burada yine turuncu renkli mantar, şiddetli rüzgarlar, ve yangınlar ormanlık alanları tehdit eder halde. Fauna da daha önce bahsettiğim guanaco, devekuşları, tilkiler ve bize yüzünü göstermeyen pumalardan oluşuyor. Bir macellan ağaçkakanı çıkardığı gürültü ile dikkat çekiyor. 

Yol üzerinde bulduğumuz bir bufallo kafatasını bir ağaca asarak bizden sonra geçeceklere göz dağı vermeyi de ihmal etmiyoruz. Vahşi batıdayız ne de olsa :)


Yemek molası için bir ağaçlık altında durduğumuzda Marco’nun kız arkadaşı Pelin ve onun trekkinge çıkardığı bir kafile ile karşılaşıyoruz. Evinden binlerce mil uzaklıkta bir Türk kızı Patagonya’nın göbeğindeki ormanlar ve dağlarda rehberlik yapıyor. Tebrikler! Yemek molasından kalkıldığında rehberler alanda en ufak çöp bırakılmaması uyarısında bulunuyor. Eğer birşey kalırsa arkadan kontrol ederek yanlarına alıyorlar. Bunlara meyve atıkları da dahil, zira onlar da bölgeye ait değil. ODTÜ’nün bile yürüyüş parkurlarında sık sık karşımıza çıkan pet şişe atıklarından sonra şaşırmamak elde değil Patagonya’nın düzenine.



Yaklaşık beş saatlik yürüyüşün ardından Toro manzara seyir noktasının alt bölümüne ulaşıyoruz. Burada yaklaşık 100 metrelik bir yükselme daha gerekli. Formda olanlar (yani ben) bu son tırmanışı da gerçekleştirip tüm vadinin Paine Massife doğru uzandığı eşsiz manzarayı görme şansına kavuşuyor. Doyumsuz da olsa dönmek gerekli. İnecek çok yol var. Christian bizi aşağılarda bir yerde araçla bekliyor. Son bir km iniş ama çarşak zeminde çok zor. Araca vardığımızda neredeyse bitmiş haldeyiz. Camanere eşliğinde iyi bir yemeği ve kısa bir uykuyu (en azından ben) hakkettik. Sabah çok erken kalkacağız gündoğumu resitali için.

Gül parmaklı altın rengi şafak doğmadan önce aramızda uykusundan feragat edenler (yani ben) saat 3:30 sularında uyanıyor(lar). Hava ilk kez rüzgarsız. Yıldızlar altında dingin Lago Pehoe üzerine düşen Horn’un yansıması enfes. Bu yazıda ilke kez bu sıfatı kullandığımın farkındayım :)


Manzarayı hayran hayran seyredip uzun pozlama yaparken Marco beliriyor. Gayet sıkı giyinmiş. Çin malı pickup’ımıza atlayıp yine toprak yollarda yaklaşık bir buçuk saatlik bir “ralli”nin ardından Amargo gölü kıyısına varıyoruz. Marco'nın yanında getirdiği kahvenin bu anda tadına doyulmuyor. Kıyıda birkaç karavan ve biz. Şafaktan hemen önce makineleri ayarlamak ile geçiyor. Polar mont bile yetersiz. Arada iç ürpertici bir rüzgar oluyor. Ve güneş arkamızdan ilk ışıklarını göndermeye başladığında karşımızdaki Towers (Torres) de üzerindeki Patagonya usulü beze bulutları ile beraber pembeleşip kızarmaya başlıyor. Tepemizde yarım ay. Gölün üzerinde uzaklarda flamingolar. Bu mesafeden kareye girmeleri imkansız. Evrene yalvarsak da yanımıza gelmiyorlar. Az kalsın Patagonya’nın bu eşsiz manzarasına kuş da konduracaktık :) Kısmet olmadı.

Çılgın gündoğumu manzarasını sadece hafızamıza değil hafıza kartlarımıza da kazıyoruz. Marco iyi ki fotoğrafçı. Hiçbir rehber bu kadar sabırlı olmaz yoksa. Ne demişler en erken kalkan en güzel fotoğrafı çekermiş. Harika pozlar makinelerimizde geldiğimiz toprak yoldan geri dönüyoruz. Dönüş yolunda gündoğumunu seyreden guanaco sürüleri eşsiz manzaralar oluşturuyor. 


Otelde hızlı bir kahvaltı ardından bu sefer Christian bizi topluca yine bir toprak rallisinin ardından Salto Grande şelalesine (Salto zaten şelale demek)  götürüyor. Geçen defa rüzgardan çekmeyi başaramadığımız görüntüleri bu sefer daha iyi şartlarda yakalıyoruz. 


Torres del Paine gerçekten buzullar hariç Patagonya’nın zirve noktası ama her güzel şeye olduğu gibi buraya da veda vakti geldi. 


Yine Otobüsler ve Punta Arenas
01/02

Otelin önünden geçen bir otobüs bizi yaklaşık dört saatlik bir yolculuk sonrası Puerto Natales’e götürüyor. Milli Park içindeki duraklardan topladığımız trekkingçilerle otobüs hınca hınç doluyor. Puerto Natales’e kadar dört saatlik yolun üç saati toprak yollarda. Yine orta Anadolu bozkırlarında gibiyiz. 

Puerto Natales’de bir aktarma yapıp bugünkü hedefimiz Punta Arenas’a varmaya çalışacağız. Bilet sırasında küçük bir gerginliğin ardında Jose Marie otobüs firmasından Punta Arenas bileti almayı başarıyoruz. Yaklaşık üç saat daha yolumuz var. Yolda bir vahşi batı son şans barında daha mola verme şansımız oluyor. Burada sandviç yiyerek biraz açlığımızı yatıştırıyoruz. 

Otobüsümüz, bizi ertesi gün Santiago’ya uçmak üzere geldiğimiz, Macellan Boğazı kıyısındaki Punta Arenas kasabasına akşam 8:30 sularında ulaştırıyor. Bu sefer terminale bırakılıyoruz; oysa ne kadar alışmıştık eveden eve seyahatlere… Hızlıca otelimize giriş yapıp kendimizi sokağa atıyoruz. İsabetli bir karar. Gün batmış olsa da Macellan Boğazı’nda harika bir günbatımı manzarası bizi bekliyor. 


Punta Arenas bir İspanyol kolonisi olarak Macellan Boğazı’nı İngiliz korsanlarından korumak üzere kurulmuş. Macellan Boğazı, Panama kanalı açılana dek Atlantik ve Pasifiği bağlayan en önemli geçit. Beagle Boğazı’ndan daha kuzeyde olduğu için ılıman iklim her mevsim geçişe imkan tanıyor. Güney yarımkürede kuzeye çıkıldıkça iklim yumuşuyor tabii :) Kasabanın tamamında kolonyal mimariye sahip yapılar görmek mümkün. Kıyıdaki yapılarda tek düzeliği önelemek üzere ilginç duvar resimleri yapılmış. Kıyıda İngiliz korsanlarla mücadeleyi yansıtan çeşitli anıtlar mevcut.

Patagonya’da son gecemiz ve açız. Gece saat 10’u geçmiş. Japonya’da değiliz Allahtan. Bir restoran bizi rica minnet kabul ediyor. Yediğimiz en güzel yemeği kıyıdaki bu geleneksel Los Ganaderos restoranında yiyoruz, tabii ki camanere şarabı eşliğinde. Geleneksel gaucho tarzı giyimli garsonlar son derece misafirperverler. Son gecemiz bu şekilde taçlanmış oluyor. Ertesi gün Santiago üzerinden dönüş yolculuğumuz başlayacak.



Ender Şenkaya
Mart, 2016