World in my Viewfinder

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Romantische Straße'de Üç Gün


1 Temmuz - 4 Temmuz 2015


Peri masalı şatosu Neuschwanstein
2002'den beri içimde kalmıştı. Birgün bir haftamı bu işe ayırmak için fırsat yaratabilirsem ilk yapmak istediğim seyahatlerin başında geliyordu, Romantische Straße. Almanya'da yaşadığım süre içinde II.Ludwig'den geri kalan Linderhoff, Herrenchiemse ve tabii ki Neuschweinstein'ı büyük keyifle ziyaret etmiştim. 



Almanya sadece II.Ludwig'den ibaret değildi tabii ki. Würzburg ile Füssen arasında, otuz kadar büyüklü küçüklü ve tamamı en az ortaçağa kadar uzanan tarihleri olan kasabaları birleştiren, çoğu yerde ormanın içinden geçen şirin yola Almanlar Romantik Yol (Romantische Straße) adını takmışlar. Romantik deyince hemen aklınıza aşk hikayeleri gelmesin. Sanırım bu isim, romantizmi edebiyattaki "coşumculuk" akımına uygun olarak yorumlamak üzerine romantik çağa atfen konmuş olsa gerek. Yine de isterseniz aşk da yaşayabilirsiniz, orası size kalmış.

Sevgili dostlarımın Almanya'ya gideceğini öğrenince Romantik Yol bensiz olmaz deyip düştüm peşlerine. Ne var ki, ancak üç gününümüz var. Eh, zoru severiz. Siz giderseniz en az yedi gün ayırın ama.

Biz yolumuzu kuzeyden güneye, yani Würzburg'dan Füssen'e doğru planladık. Zira Neuschweinstein Füssen'de. Bu, bir türlü pastanın kremasını sona saklamak gibi birşey. Ben öyle severim de :)

İlk durak Würzburg

Frankfurta, Almanya'nın herhalde tarihte gördüğü en sıcak günlerden 1 Temmuz günü indim. Havaalanından trenle Würzburg. Turkcell, hattımı yurtdışından aramaya niyeyse kapatmış olsa da orada beni bekleyen arkadaşlarımla buluşmayı DB'ye rağmen başardım. DB de ne, daha sonra ayrıca değineceğim.

Hava o kadar sıcak ve bunaltıcı ki, Ankara'nın o günlerdeki soğuklarından sonra intibak etmek mümkün değil. Hemen bir müzeye kaçıp serinleyelim dedik. Üniversite'nin müze olarak ayırdığı üçüncü katında Mısır koleksiyonu gösterimi var. Ukalalık etmek gerekirse, evvelki ay gördüğüm British Museum'un Eski Mısır koleksiyonu yanında devede kulak olamaz. Ayrıca Almanya'da Kraliçe himayesi olmadığından müzeler de paralı :). Merkel'den himaye bekliyoruz.

Würzburg'un olmazsa olmazı UNESCO kültür mirası Rezidens. Açıkçası Almanya'daki bir eseri korumaya almak bana komik geldi. Almanların kendileri o kadar korumacılar ki zaten, değil bir ortaçağ eserine, trenlerine bile el sürdürmüyorlar. Bu konuya sonra değineceğimi söylemiştim.

Rezidens
Biz de her konuk gibi ziyaretimize Rezidens'in (konutun) avlu bölümünden başlıyoruz. Avlu dediysek, bunun üzeri kapalı. Yaklaşık 30x30 metre. Rehberimiz Peter bize kinayeli gülüşü ile "böyle yapılmak zorundaydı" diyor. "Altı beygir koşulmuş bir at arabasının konuğunu bıraktıktan sonra geri dönceği çap baz alınmış."  Birgün Rezidensi ziyaret ederseniz mutlaka bir rehberli tura katılın ve Peter sizi gezdirsin. Mükemmel İngilizcesi ve zekası ile müthiş bir rehber. "E, rehber canım, İngilizce bilecek" de demeyin. Daha neler göreceğiz bu üç günde.

Altı beygir tarafından koşulan at arabası deyince bu Osmanlı'da sultan arabasına denk geliyor. Yani "konut" gerçekten önemli. Arabalardaki beygir sayısı diplomaside önemli bir kural bu arada. Örneğin hiçbir gavur elçi Osmanlı'da altı beygir tarafından koşulan bir arabaya binemezmiş. Zira bu sultana şirk koşmak anlamına gelirmiş. Keza, III.Napolyon zamanı bir elçi, kendisine Osmanlı saltanat kayığına denk bir kayık yaptırıp (denk = aynı sayıda kürekçisi olan. ha beygir, ha kürekçi :)) Boğaz'da gezintiye başlayınca, bizim Paris büyükelçisi Ahmet Vefik Paşa da kendisine altı beygir koşulan Napolyon'un kullandığına denk bir araba yaptırıp Paris sokaklarını arşınlamaya başlıyor. Diplomatik skandal Fransa büyükelçisinin kürekçileri azaltması ile sona eriyor. Yani kürekçiler, pardon beygirler bu derece önemli!

Peter bu hikayeyi anlatmıyor tabii. Ama ben kinayeli gülüşünden bunu kastettiğini hissediyorum :)

Peki kim bu "konutçuk"un sahibi? Peter'in yalancısıyım, Prince Bishop. Yani Prens Kardinal. Burada prens Dük olarak anlaşılmalı imiş. Prenslik babadan oğula geçen bir soy ünvanı iken nasıl oluyor da seçimle gelen Kardinal prens oluyor diye sormayın. Almanlar yapmış olmuş. Frederik, XII. Yüzyılda Würzburg kardinaline dük ünvanı verince sonra gelen tüm kardinaller de bu ünvanı almışlar. 

Peter konutun odalarını ve konuk karşılama ritüellerini anlatırken açıkçası UNESCO kültür mirasına girmeyi hakedecek ne var diye düşünmeden edemiyorum. Ta ki, ana resepsiyon salonuna gelene kadar. Bu salonun uzunluğu 50 metre var. Tavanı da o zamanın ünlü sanatçıları tarafından (en önemlisi Venedikli Giovanni Battista Tiepolo) çeşitli şekillerde resmedilmiş Avrupa saraylarına benziyor derken, inanılmaz bir detaya rastlıyoruz. Tavanlarda resim ya da rölyef çok kullanılır. Ama burada, heykel olarak başlayan bir bacak resimde devam ediyor. Başka bir yerinde resim olarak başlayan mızrağın ucu heykel olarak tavandan dışarı çıkmış. Fotoğraf çekmeye izin olmadığı için (deklanşör sesi korumacılığı) maalesef paylaşamıyorum. Böyle bir detaya ve yaratıcılığa şimdiye kadar rastlamamıştım. İşte romantizm tam burada! Kaldı ki bunu yapan sanatçı zamanın aslında en meşhur top ustası. Tavanda kendisini de bir topun üstünde resmetmiş zaten. Linnaeus tarafından kıtalar bazında yapılan insan sınıflamalarının Avrupalıları en üstte gösterecek şekilde bu eserde kendini buluyor. Avrupa merkezci ırkçı görüşün filizlendiği dönemden kalma. Peter'in anlatmaktan çekindiği öbür detay da bu prens piskoposların tüm Avrupa'daki en kanlı cadı avlarını da yürütmüş oldukları. 

Şimdi, üç boyutlu rölyef diyerek geçmemek gerek. Bunun tarihteki en önemli örneği Eski Yunan'dan kalma Atina Pantheon'un çatısındaki (pediment) rölyefler. Arkasını normal şartlarda hiç kimsenin görmeyeceği bir eseri neden o detayda üç boyutlu yaparsınız ki? Birgün British Museum'da sergilenir diye tabii. Abdülhamid sağolsun (!?), o Pantheon'un "taş parçalarını" İngilizlere vermeseymiş, Osmanlı-Sırp savaşı sırasında, Osmanlı ordusu tarafından kışla olarak kullanılan Pantheon, Sırp topçusu tarafından yerle bir edildiğinde bu müthiş üç boyutlu rölyefler de yok olacakmış. İngiliz, British Museum'u işte bu rölyeflerin üstüne inşa etmiş de, biz gidip görebiliyoruz şimdi Selene'in hüzünlü ölümünü (Kraliçenin himayesinde tabii :).

Marienberg Schloss
Ne çok parantez ve parantez içinde parantez oldu daha ilk sarayda...
Son parantez, Würzburg her nekadar Bavyera sınırları içinde yer alsa da, onlar kendilerini Bavarian değil Franconian görüyorlar. Peter bunu sessizce kulağımıza fısıldıyor. Siz de duymamış olun.
Tavan rölyefinde o zaman bilinen dört kıtanın sembolleri dört ayrı kadının liderliğinde dört ayrı tarafta resmedilmiş. Prens kardinal -Peter'in deyimi ile- tüm medeniyet ve sanatın beşiği Avrupa'nın merkezine oturtulmuş. Diğer tüm kıtaların temsilcisi kadınlar ise bir şekilde ellerini ona uzatmışlar. 

Peter'e teşekkür edip Rezidensten ayrılıyoruz.

Tepeden Würzburg
Gitmişken Würzburg'a tepeden bakmak gerek. Bunun için en iyi nokta Marienberg Schloss (yani Meryem kalesi). Etrafındaki dev hendeği ile bundan sonra göreceğimiz ortaçağ kalelerinin en büyüğü ve Tüm Würzburg'u görebileceğiniz en iyi nokta. İçindeki kule ve şapeller sıcaktan yapış yapış olmuş bedeninize ilaç gibi geliyor. Alman ısı yalıtımını orta çağda çözmüş. Hendekler tabii ki artık boş. Ben sadece Poikam taraflarında hendeği su dolu bir şato biliyorum. Başka bir gün onu da anlatırım.



Tepeden Würzburg, kuleleri, Tauber nehrindeki setleri ve köprüleriyle bir masal şehri gibi. Bir gece kalmaya değer kesin. Ama biz hızlandırılmış tur yapacağımız için yaklaşık yolun üçte birine denk gelen Rothenburg ab der Tauber'de kalacağız ilk gece.



Tauberbischhofsheim

Terkedilmiş kasaba
Bütün öğleden sonrayı Wüzburg'da geçirince, Rothenburg a.d.t'ye yaklaşık 100 km yol yapmamız gerekli. Yol üzerinde yemek için Tauberbischofsheim'da yemek molası verelim diyoruz. Umarım adı doğru yazmışımdır. Ne de olsa o da Romantik Yol kasabası.


Saat yaklaşık akşam 6. Almanya'da hava bu mevsimde saat 22'den önce kararmamasına rağmen Tauberbischhofsheim'ın sokakaları bomboş, adeta terkedilmiş. Sanırım, ismi doğru telafuz edemeyenleri şehir dışına çıkartmışlar :) Etrafta bir festival hazırlığı ya da sonrası ortalığı derleyip toplama işi. Aklımızda Japonya'da saat 7'yi geçirince aç kalışlarımız geliyor. Almanya'da mı böyle acaba?

Issız eski şehrin sokaklarında bir tur atıp yemeği Bad Mergentheim'a erteliyoruz.

Bad Mergentheim

Hava herhalde 35 dereceyi geçti. Almanya için sıradışı bir durum.  Aç ve ıslak bir halde Bad Mergentheim'a giriyoruz. Adından anlaşılacağı gibi burası bir kaplıcalar kasabası. Ama 35+ derecede heves etmemek gerekli. Çivi çiviyi söker mi, burada denemenin sırası değil. 

Kur Park
Bad Mergentheim'ın ortaçağ surlarının dışına çıktığınızda içinde spa tesisleri barındıran Kur Park karşılıyor sizi. Bir banka oturup günün yorgunluğunu atmak için bire bir. Burası inci gibi korunan bir alan ve köpekler bile alınmıyor. Almanya için gerçekten şaşırtıcı.

Ama açlık artık başımıza vurdu. Hem de kalacağımız köye daha 35 km yolumuz var. Şansımıza Merhgentheim ana meydanı bir turistik kasabaya yakışacak şekilde hareketli. Meydanın en kalabalık kafe-restoranında bir masa bulup Alman sosisleri ile biralarının tadına bakmanın vakti geldi. Eski alışkanlık, sıcağa en iyi çare Radler :)

Genelde ahşap berkitmelerle güçlendirilmiş üç-dört katlı binalar rengarenk çevreliyor ana meydanı. Çatılar oldukça dik, kimi evlerde neredeyse iki katı birden kaplıyor. Kışlar sert geçiyor demek ki.

Bad Mergentheim meydanı

Bad Mergentheim'a da yumuşak renkler saçan bir akşam güneşi altında veda ediyoruz. Romantik yoldan çıkmamak için uzun süren yoldan götürmesini tembih ediyoruz navigatörümüze. Kadın olmasına rağmen hemen itiraz etmiyor. Kendimizi akşam vakti uçsuz bucaksız mısır tarlaları içinde buluyoruz aniden. Yoldaki şerit sayısı bir. Arada traktörler çıkıyor karşımıza. Pastoral manzaranın dibine vurmak bu olsa gerek. Aniden karşıki tepelerden yükselen dolunay manzaranın kreması. Bizi izleyen geyiklerin şaşkın bakışları altında patikalardan ilerlemeye devam ediyoruz.. Navigatör kadın kaprisi ile bizi patikalara sürmüş olsa da gece tam olmadan iki şeritli bir yola çıkartıyor. Hedefe yaklaştık.

Yol üzerinde görmek üzere işaretlediğimiz Weirkersheim'ı ertesi gün dönmek üzere pas geçiyoruz. Bu bize pahalıya patlayacak tabii.

Rothenburg Ab Der Tauber

Yani Tauber nehri üzerindeki Rothenburg'a dolunay şehir surlarındaki kuleleri aydınlatırken giriyoruz. Romantik yol niye romantik yol olmuş bu manzara bile yeter! Dipnot, bu yolculuğu yapacaksanız siz de dolunay zamanı yapın. 

Rothenburg'da lunapark
Pansiyonumuz (gasthaus) kasabanın biraz dışında. Gece saat 10 olmasına rağmen yolda kurulmuş bir lunapark ve Volksfest levhasını görünce kesin gelelim diyoruz. Bu arada benim Ankara'dan yola çıktığım 20 saat olmuş durumda. Gasthaus'un sahibi bizi kapıda karşılıyor. Zaten Almanya'da geç gelen konuklara iyi davranıldığı söylenemez. Ama bize sabırla odalarımızı gösterdikten sonra iki tane anahtar veriyor. Birisi dış kapının. Yani "beni rahatsız etmeden ne halt  ederseniz edin" demek olsa gerek.  "Peki abi" diyerek, kendimizi Volksfest (halk festivali) alanına atıyoruz. Herhalde bütün Romantik Yol orada, iğne atsan yere düşmez. Biergartenler, kasaba orkestraları, her tür abur cubur ve yediklerini çıkartmak her tür başdöndürücü oyuncak mevcut. Aniden havai fişekler patlamaya başlayınca gelişimizi kutluyor oluşlarına yorsak da, meğer festivalin sonu şerefineymiş :) En azından son anda böyle bir şamatayı yakalamaktan mutluyuz. 

Rothenburg Rathaus
Sabah Gasthaus'un ev sahibinin hazırladığı güzel kahvaltıyı şirin bir salonda yapıp, Rothenburg'u görmeye çıkıyoruz. Rothenburg, Romantik Yolculuğun başkenti gibi. Tüm kasabalar içinde en turistik olanı. Heryer hediyelik eşya dükkanı. Uzakdoğulu turistlerden fırsat kalırsa belki alışveriş yaparsınız. Siz o dünya güzeli seramik bebeklere gözucuyla bile bakarken bir el uzanıp götürüveriyor bebeği. Burada da Tokyo'daki Lui Vutton örneği "sizden sonra geleceklere de fırsat verin" uyarısı olmalı aslında. Vitirinlerdeki guguklu saatler de ayrı bir sanat burada. Yalnız bunlar sünnetçi vitrini değil :) içeride envayı çeşit numara sergileyen guguklu saatler var.

Tipik Rothenburg tabelaları
Rothenburg'da da 13.yüzyıla uzanan sur içi bölümü rengarenk evlerle çevrelenmiş. Evlerin köşelerinden çıkan çokgen cumbalar tipik bir yerel mimari özellik. O güne kadar gördüğüm en güzel ferforje tabela sanatını (ya da zanaatını) burada görüyorum ( o güne kadar diyorum çünkü daha Salzburgu görmedim o sorada ). Tabela üreticileri sanırım birbirleri ile bir yarışa girmişler. Hepsi özgün olmak için türlü tasarım yapmış. Bir şehir tabelalarla ne kadar çirkin yapılırsa, Rothenburg aksine o kadar güzelleşmiş.


Rothenburg'da Rathaus karşısındaki ana meydan dışında her biri çeşmeler ve heykellerle bezenmiş küçük meydanlar da var. Böyle bir yerin tadını çıkartmak için en az üç gün kalmak gerekli.

Vaktiniz varsa bölgeye has üzümlerden üretilmiş Franconian şaraplarını tadacağınız bir şarap evine girin. En azından Rathaus (belediye) karşınıdaki kafelerden birinde keyfini çıkratın. Tabi formdaysanız apfel strudel mutlaka tadılmalı burada.

Rothenburg'dan kopmak kolay değil ama dün pas geçtiğimiz ve içinde önemli bir saray da barındıran Weikersheim'a geri dönmek gerekli. Güneş tepeye çıktığında biz de yola çıkıyoruz.

Weikersheim

Weikersheim Sarayı
Navigatörümüzü yine ara yollara ayarlayıp. Romantik Yoldan geriye Weikersheim'a dönmek üzere düşüyoruz yola. Yaklaşık 30 km gideceğiz. Ama sürpriz! Yol çalışma nedeniyle kapalı. Navigatör hanım bizi yine tarlalardan geçen patikalara vuruyor. Yarım saatlik yol bir buçuk saate çıkıyor. Dönüşü de ekleyince gitti öğleden sonra!

Weikersheim'da aracımızı parkedip, eski şehrin içinden ve surlardan geçerek Weikersheim sarayına varıyoruz.


Burası bahçe düzenlemeleri, havuzları ve heykelleri ile o zamanın idolü Fransız saraylarının minyatür bir benzeri. Ama içini görmek Alman usulü. Sarayı sadece rehber eşliğinde görebiliyorsunuz. Ne güzel! Ama rehberli tur sadece Almanca! Deutschland über alles! Neyse ki İngilizce olarak da bir broşür bastırmışlar odalardaki numaraları orada bulursak okuyacağız. 

Genç kadın rehberimiz bizi üçüncü kata çıkartıp demir kapıları açarak tura en üst kattan başlıyor. İlk odanın numarası 93! Neden 1 değil diye sormayın, öyle. Elimizdeki broşür de zaten 93'ten başlıyor, 1'den değil. Sorun yok yani. Sarayın rezidans olarak kullanılan kanadında 6 ardışık oda tek bir koridorun kenarında tren usulü sıralanmışlar. Her odanın önünde bir halat gerilmiş. İsteseniz kafanızı koridordan sokarak içeri bakmanız mümkün!  Baştaki ve uçtaki odalar yatak odaları. Ama, odadan odaya geçmek için koridora çıkmaya gerek yok, zira her oda içeriden de birbirine bağlı. Yani, odalar arasındaki tüm kapılar açıldığında en baştaki yatak odasından resepsiyon ve bekleme odalarını geçip en uçtaki yatak odasına kadar tek hacim oluşuyor. İlginç bir fantezi anlayışı varmış romantik çağın :)

Hazretlerin yataka ve konuk ofalarının olduğu kattan bir alttaki ana resepsiyon salonuna geçiyoruz. Yine demir kapıların kilitleri şangır şungur açıldıktan sonra rehberimiz tüm tura katılan Almanları ve bizi (başka millet yok nedense!) içeri buyur ediyor. Kafa sayımını yaptıktan sonra arkamızdan demir kapıları şangır şungur kilitliyor. Mazallah ya kaçarsak!? Duvarlarındaki geyik, ayı vs hayvan kafasıyla süslenmiş (!?) bu salonda bizi atalarımızın rölyefleri karşılıyor. Şöminenin üzerine yapılmış rölyefte Osmanlı akıncıları kiliseye, çocuklara ve kadınlara saldırırken resmedilmişler. Nahoş bir rölyef. 

Neyse açılan ve kapanan demir kapılar arasında turu tamamlayıp Weikersheim'a veda ediyoruz. Açıkçası bu garip adetleri olan kasabada gece kalmaya çekinirdim :) Bu geri dönüş yolu o kadar uzattı ki saati akşamüstü ettik.

Bu gece Friedberg'de konaklayacağız. 100 km kadar yolumuz var daha ve görülmemiş pek çok kasaba. Dönüş yolunda birkaçını görmeyi umuyoruz. Zira ertesi gün Romantik Yolun kraliçesi ile randevumuz var ve bugünkü gibi geri dönme şansımız yok. 

Hedef akşam yemeği için Dinkelsbühl

Geldiğimize benzer pastoral doğa harikası yollardan geçerek aslında Rothenburg'dan sonra ilk durak olması gereken Dinkelsbühl'e akşam 6 sularında varıyoruz. İlk önce karnımızı doyuracağız çünkü öğlen yemeği de yemedik. Allahtan yolda birkaç Alman marketine girme şansımız olmuştu.

Dinkelsbühl 
Dinkelsbühl'de de diğer kasabalardaki mimari tarz devam ediyor olsa da, buradaki eski şehir meydanı bir miktar rampada kurulmuş. Rampanın üst tarafında şirin bir İtalyan restoranı Amalfi. Ama neredeyse tüm yol kenarı masaları rezerve! Herkes iftar için yer ayırtmış olmalı :) Neyse, lütfedip köşede bir masa ayarlıyorlar. Bulunduğumuz yerden eski şehir merkezinden geçen caddeye tamamen hakimiz. Bu iyi, zira geceyi geçireceğimiz Rothenburg'a hala 60 km yolumuz var ve bu kasabayı hızlı geçmemiz gerekli.



Pizza ve makarnalarımızı yedikten sonra (ki tagliatele evde kesilmiş nefis eriştedendi ) eski şehrin sokaklarında bir tur atmaya vaktimiz kalıyor. Dinkelsbühl şimdiye kadar gördüklerimşze nazaran biraz daha sanatla içiçe bir kasaba. Hepsi bu saatte kapalı olsa da pek çok galeri var. 

Havanın kararmasına daha var. Bir kasaba daha görüp oradan Friedberg'e gitmeyi planlıyoruz. 

Ama sadece planlıyoruz. Saat 8 sularında telefon çalmaya başlıyor. Arayan Friedberg'deki hotel. Karşıdaki ses saat 8 'de kapıyorum diyor. Nasıl yani? Yine Japonya'dan Fujiyama kabusu. İyi de saat 8'i geçti. Al takke ver külah bizi 9'a kadar bekleyecek. Bas gaza Bekir!

Friedberg

Veba salgını anısına dikilen kolon ve üzerinde Meryem Ana
Tam 9'da olmasa da biraz gecikerek Friedberg'e gün batarken giriyoruz. Telefondaki ses bizi "benim Türk arkadaşlarım hoş geldiniz!" Diye karşılıyor. Ardından oda ve tabii dış kapı anahtarlarını  elimize tutuşturuyor. Kesin dışarıda bir programı var.

Friedberg şirin bir göl kıyısında. Günün yorgunluğunu atmak için göl kıyısındaki tek kafede oturuyoruz. Gün batmış olsa da, güneşin ufukta bıraktığı sıcak izler taze. Zaten sanırız Friedberg'deki akşamüstü keyifçilerinin tamamı bu kafede oturmuş. Gölün üzerinde bir su kayağı aleti var.  Doğal görüntüyü bozsa da kasabanın eğlence kaynağı gibi. Havanın kararması ile birlikte kafe boşalıyor. Eski şehrin sokaklarında bir tur atmak için vakit var. Rönesans dönemi Belediye binası ve önündeki veba salgını anısına dikilmiş yüksek bir kolon barındıran Marien çeşmesi ilk dikkat çeken yapılar. Kolonun üzerinde başında oniki yıldızı ile Meryem Ana duruyor. Ertesi gün aynı çeşmenin önünde yaklaşık onbeş dakika trans halinde duran bir kişiye de rastlayacağım. 

Parish kilsesinin kulesi ve acıların çocuğu
Bence Friedberg'deki en güzel yapı Verona'daki San Zeno kilisesinden öykünüldüğü söylenen Parish kilisesi. Özellikle kulesi bana Venedik'teki campanello'ları hatırlattı. Kulede ve kasabanın çeşitli yerlerinde bizdeki 'acıların çocuğu'na benzer resimler asılı. Özel bir sergi olsa gerek.




Augsburg'a

Augsburg
Sabah erkenden günyüzü ile bir gezinti ve kahvaltının ardından gök gürültüleri eşliğinde Augsburg'a doğru yola çıkıyoruz. İki gündür hava o kadar bunaltmıştı ki aslında bu yağmur hoşumuza gidiyor. Yine de yağmurdan çok nemin içinde gezer gibiyiz.

Aslına bakarsanız 2000 yıla uzanan tarihi ile Augsburg Romantik Yola'a yakışmayacak kadar büyük bir kent. Yol üzerinde içinde tramvay işleyen bizim gördüğümüz tek yerleşim. Yağmurun hafiflemesi ile gezintimize pazar yerinden başlıyoruz. Gördüğüm en güzel kirazlar. Bizim niye güzel kirazlarımızı artık yiyemediğimiz belli. Hepsi ihraç edilmiş. Tabii ki her türlü yerel böğürtleni çilek ve ahududu pazarın baş tacı.

Herkül Çeşmesi önünde Rus düğünü
Pazar yeri biraz üstü açık AVM tarzı bir sokağa çıkıyor. Daha sonra şehrin 'altstadt' bölümüne ulaşıyoruz. Maximillianstrasse her iki tarafında zenginliğin ve gücün göstergesi Rönesans ve Barok tarzı yapılarıyla insanın üstüne çöküyor. Augsburg, Fugger ailesi döneminde  finansın başkenti olmuş. Bu zenginlik o günlerden bugüne sarkıyor. Evlendirme dairesi önü sabahın 10'unda bile kalabalık. Karşısındaki Herkül Çeşmesi'nde bu saatte bile şampanyalı bir kutlama olduğuna göre evelenen hamım Rus. Dönüşte aynı yerde bir de Türk kızımızın düğününe denk geliyoruz. Çok daha mütevazi bir kutlama. Gelin hanım yürüyerek evlendirme dairesine hafif yağmur altında ulaşmaya çalışıyor.

Maximillian Strasse bizi St.Ulrich ve St.Afra bazilika ve kilisesine ulaştırıyor. Burada sırt sırta iki kilise var; birisinin içi Barok tarzda yapılmışken diğeri daha 'abbey' tarzı Evangelik. Bu sanırım nadir rastlanan bir durum.

Augsburg'dan, hem havanın kapalı, oluşu hem büyüklüğü hem de üzerimize çöken zenginliğine ısınamadığımızdan erkenden ayrılıyoruz. Kraliçe Neuschweinstein'a erken varmalıyız. Ama yol üzerinde görebileceğimiz bir kasaba daha belirliyoruz.

Landsberg am Lech

Vaktimiz azaldığı için navigatörümüzden bizi Landsberg'e otoyoldan götürmesini rica ediyoruz. Bu bölümde Romantik yoldan çıkmamız gerekli.

Landsberg seddeleri
Landsberg hem yolüstü hem de adından da anlaşılacağı gibi Lech nehri kenarında kurulmuş. Birisi sanırım nehrin enerjisini kademeli olarak azaltsın diye bu seddeleri yaparken, gelecekte turistler gelsin Landsberg'i bu noktadan fotoğraflasın diye düşünmüş. Biz de en azından nehrin üzerinde bir kafede Franconian beyaz şarabı tadalım dedik ama servis o kadar gecikti ki kalkmak zorunda kaldık. 

Landsberg'in diğer kasabalardan en ayırt edici özelliği üçgen fromlu şehir meydanı. Meydan yine 12 yıldızlı bir Meryem Ana çeşmesi ile süslenmiş. Rathaus burada da Barok özellikler gösteriyor. 

Hauptplatz, arkada Barok Belediye binas

Canlılığı ile Rothenburg'u aratmayacak kadar turistik ve hareketli bir kasaba Landsberg. Buraya kalmak için gelmeli. Vakit öğleni geçti, izin isteme vakti

Alpleri seyrederek Schwangau'ya

Rotamız Romantik yolu takip ederek Schwangau; Kraliyet şatoları köyü. Bu bölümde pastoral peyzaj tarla ve tepeleri geride bırakarak Alplere uzanıyor. Yol üzeri pek çok şirin köy var. Hemen hepsinin meydanında kuzeyde görmediğimiz Bavyera direkleri ortaya çıkmaya başlıyor. Artık hem bölge hem de kalp olarak Bavyeradayız. Sabahki yağmur ve fırtına da dindi. Neuschweinstein'a ışıltılı bir havada gireceğiz. Kuzeye doğru çoğalan tur otobüslerinin yoğunlu hedefe yaklaştığımızın işareti. Romantik yola Füssen'den başlayanlar kuzeye çıkmaya başlamışlar.

Bavyera'nın sembolü köy direkleri
Schwangau'ya girdiğimizde trafik yoğunlaşıyor. Burası otomobil ile ulaşacağımız son nokta. Öğleden sonra 2:30 sularında otomobilimizi park ettiğimizde ilk gün yaptığımız plana göre sadece yarım saatlik bir gecikmemiz var. Bu bile bize pahalıya patlayabilirdi. Neuschweinstein hiç şüphesiz Oktober Fest'ten sonra Almanya'nın en revaçta turistik bölgesi. İçimizden bir kişi bilet sırasında beklemeyi gönüllü kabul ediyor Allahtan. Biletlerimize ulaşmamız saat 4'ü buluyor. Kılpayı 5:40'daki son İngilizce rehberli tura kayıt olabiliyoruz. Neuschweinstein bir turizm makinesi gibi işliyor.



Bilet beklerken biraz Schwangau'ya komşu Alpen gölüne doğru uzanıp manzara ve mimarinin keyfini çıkarıyoruz. Tepede gözüken masal şatosu bu mesafeden bile büyüleyici. Karşı yamaçta II.Ludwig'in Neuscweinstein'ı inşa ederken kaldığı hanedanın diğer şatosu Hohenschwangau var. Bu şatoyu daha önce gezmiştim. Kulelerinden birinde Ludwig'in inşaatı izlediği küçük bir teleskop vardır. Bugün yeni bir gezi için vakit kalmadı ama. 

Schwangau
Biletler elimize geçince birer bira içip hemen mekik otobüslerinden birisi ile Schwangau'dan Neusweinstein'a yollanıyoruz. Tur saatine kadar masal şatosunu dışarıdan gezeceğiz.

Buraya ikinci gelişim. Neuschweinstein'ın en güzel fotoğraflarının Marienne köprüsünden çekildiğini biliyorum. Köprünün üstü o kadar dolu ki, bu kadar narin bir yapının rezonansa girmemesine şaşıyorum. Neredeyse fotoğraf için sıraya girmek gerekiyor. Kalabalığı aşıp köprünün diğer tarafından bir yamaca tırmanıyorum. O nokta hem çok daha tenha hem de manzara enfes. 



Marienne Brückke
19.yüzyılın son bölümünde inşa edilmiş Neuschweinstein'ın içini gezmenin tek yolu rehberli tura kaydolmak. On üç yıl önce geldiğimde yaklaşık %30'u bitirilmiş şatonun eksik bölümlerinde ve koridorlarında bu durum çok dikkat geçiyordu. Aradan geçen zamanda koridorlar halılarla kapatılıp duvarlar boyanarak bu yarım kalmış inşaat hissi giderilmeye çalışılmış. Zaten yarım kalmış ana mekanlara giriş yok. 



Şatonun taht odası bile bitirilememiş hüzünlü mekanlarından birisi. Öyle ki, taht odasında taht bile konulamamış. Bir önceki ziyaretimde dikkatimi çekmeyen noktayı ilk kez şatoyu gezdiren genç rehberimiz belirtiyor; odadaki iki tonluk avize Bizans taçları örnek alınarak yapılmış. Ludwig de pek çok hükümdar gibi kendisini Roma'ya bağlamış demek ki. Taht odasının duvarları da bir Osmanlı muharebesinin figürleri ile donatılmış.

Ludwig'in çalışma ve yatak odası da minik tura dahil edilmiş. Yatağının üstü aynen bir gotik katedral çatısı gibi tasarlanmış. Sanırım Bavyeranın bu geceleri uyumayan "yarasa" lakaplı, en yakışıklı ve en yaratıcı kralının sırrı bu korkunç yatak :)

Yamaçtan Neuschweinstein
Şatonun içinde de en önemli figür kuğu. Schwan Almanca'da kuğu demek zaten. Bunun yanı sıra duvarlar Alman efsanelerinden çıkma Siegfried ve Lohengrin ile Tannhauser ve Parzifal figürleri ile donatılmış. Zaten şatonun dördüncü katı Ludwig'in kişisel hayranlık beslediği Wagner'e ve ünlü operası Tannhauser'e adanmış. En yakışıklı kralın içindeki çocuk bu şatoda vücut bulmuş.

II.Ludwig'in de sonu her sıradışı insan gibi bir kumpasla gelmiş. Kendisi hakkında psikiyatrından akli melekelerinin yerinde olmadığına dair rapor alan bir kraliyet konseyi Ludwig'i tahttan uzaklaştırmış. Tesadüf bu ya, Ludwig'in ve psikiyatrının cesetleri ertesi gün Münih yakınlarında bir gölde bulunmuş. 

Turun sonunda çıkılması izin verilen bir balkondan Alpen gölü ve Alplerin muhteşem manzarasına kendinizi bırakabilirsiniz. Dilerseniz yeni eklenmiş bir canlandırma ile şatonun yapım hikayesini ve tasarlanıp hayata geçirilememiş bölümlerini de görebilirsiniz.

Muazzam bir şatodaki kısa ve hüzünlü turumuzu bitirip, bu sefer yürüyerek Schwangau'ya ulaşıyoruz. 

Son gece Füssen'de

Füssen'deki otelimize her ihtimale karşı saat 8'den önce yerleşiyoruz. Daha sonra eski şehrin merkezindeki Leopold restoranında bölgeye özgü birşeyler atıştırarak gezimizi noktalıyacağız. Menüden seçtiğimiz Bavyera usulü bir köfte hakkında fikrini sorduğumuz garson burnunu çekerken çok net cevap veriyor: "ben kuzeylim", yani? "Tadına baktım ama yemedim" ! Peki, başka birşey yiyelim o zaman :) Açık sözlülük iyi bir özellik nitekim.

Reichenstrasse
Tarihi 2000 yıl geriye uzanan Füssen de Augsburg gibi Romalıların bir karakolu olarak kurulmuş. Venedikten Augsburg'a uzanan Roma yolunun güvenliğini sağlamak ilk amaçmış. 15.yüzyıl ve Rönesansla birlikte en parlak çağına ulaşmış Füssen. Eski şehir merkezinden geçen Reichenstrasse'nin (zenginler caddesi demekmiş) iki yanına sıralanmış binaların pek çoğu -en güzel örneklerini daha önce Lucern'de gördüğüm- birer tabloya dönüştürülmüş. 



Cadde sizi kemerli bir kapıdan geçirerek nehir kıyısına ulaştıracak. Buradaki köprüden hem Füssen surlarının, ta Romalılara uzanan Schlossberg (kaletepe olarak çevrilebilir) hem de çevreleyen Alp dağları manzaralarının keyfine varabilirsiniz.

Füsen'de sabah oluyor. Artık veda vakti. Forgensee gölünü hızlıca görüp gezimizi nihayetlendiriyoruz. Toplam 28 kasabanın 11'ine ayak bastık. Kalanı artık bir daha sefere. Ben buradan trenle Münih'e geçeceğim.
Schlossberg

Son parantez Deutsche Bahn (DB)

Madem Japonya'da JR'ı öve öve bitiremedik, Almanya'da da DB'ye değinmeden geçmek olmaz. Maalesef DB 13 yıl önce ilk kez tanıştığım zamanın gerisinde kalmış. Almanya'da korumacılık o kadar yüksek bir noktaya  ulaşmış ki, eski trenlere bile dokunmuyorlar sanırım :)
Üç kez trene bindim üçü de geç vardı, birisi geç de kalktı! Nerde eskiden saatlerimizi ona göre ayarladığımız tıkır tıkır işleyen Alman trenleri. Trenlerde bir başka sorun ise gürültü. Zil zurna sarhoş olup bütün vagonu rahatsız etmek ya da heyecanlı kağıt oyunları oynamak serbest. Özgürlükler ülkesi böyle anlaşılıyor demek ki. Nerede klavye sesine dikkat edin uyarıları olan Japon trenleri!


Ender Şenkaya
Temmuz, 2015