World in my Viewfinder

10 Mayıs 2015 Pazar

Japonya Notları

24 Nisan - 3 Mayıs 2015


Bir müddettir Japonya'da ne yapıp ettiğimi soran dostum çoğaldı. Ben de facebook sayfamda bölük pörçük paylaştığım çeşitli not ve fotoğrafları birleştirip hikayeyi tamamladım, sabırla okumak isteyecekler için :)



1.gün
Narita. 

Evden çıkış-otele girişi yaklaşık 24 saatlik bir yolculuktan sonra Japonya'ya varıyoruz. İlk durak havaalanının yer aldığı Tokyo yakınlarındaki Narita kasabası. Havaalanı Tokyo'ya ekspres tren ile bile 40 dakika uzaklıkta. Tokyo'da toprak o kadar kıymetli ki ancak bu kadar uzağa yapılabilmiş. Zaten Tokyo ziyaretini yolculuğun son bölümüne bıraktığımız için şimdilik bu uzaklık bizi ilgilendirmiyor.

Narita'nın bomboş sokaklarında uzun yürüyüşten sonra şirin bir pub. O gecenin spesyali köpüklü şarap. Üç kişilik kalmamış ama, olsun. Portakal suyu ile karıştırıp üç kişilik çıkartıyorlar. Barmaid son derece iyi İngilizce konuşuyor. Japonyada İngilizce konuşmazlar diyenlere nazire, ufacık bir kasabada böyle şirin bir hizmet. Birayı İngiliz usulü "pint" ölçüsü ile servis ediyorlar. Ayrıca bira değil, "lager"! Narita sadece havaalanından sonra gelişmeye başlamış gibi. Yine de düzenli. 

Japonyada ilk akşam karşıdan karşıya geçmenin zorluğunu öğreniyoruz. Sadece onların izin verdiği yerden geçebilirsin. Fazlasını zorlama. Beklemeler dahil toplam 24 saatlik yolculuktan sonra beklediğimizden fazlası. İlk Japonya havası.

2.gün
Naritadan Hiroshimaya

Japan Rail (JR) programından çıkan yolculuk planlamasını es geçip Türk usulü uyanıklık yapınca kendimizi Tokyoya giden First Class hem de tamamen rezerve edilmiş trende buluyoruz. Bunu bizden sonra ilk binen yolcunun "this is my seat" uyarısı ile öğrenmiş oluyoruz. Japonya'da duyduğumuz ilk İngilizce cümle! Bir sonraki yolcu "most expensive" uyarısı ile orada olmamız gerektiğini "kibarca" hatırlatıyor. Ne de olsa kendisi o kadar para vermiş... Boynumuz eğik kondüktörden ceza yemeyi bekleyip ter basarken, bir sonraki durakta kendimizi dışarı atıyoruz. Kurtulduk ! İlk JR pass denenmemiz parlak değil. Bir soraki Tokyo treni 8:33, ama olur mu daha önce bir başkası geliyor. Program Türkten daha mı iyi bilecek! Atlayın. Ama o ne! First Class'tan sonra Sincan banliyö treni mübarek. Kısmen ayakta itiş tepiş bir saatte Tokyo. Ama artık deneyimliyiz. Program ne diyorsa o bundan sonra.

Ve Shinkansen efsanesi yanaşıyor. Artık hangi vagon rezerve, hangisi bizim için biliyoruz. Platformda vagon kapısının denk geleceği yer işaretlenmiş. Herkes tren gelmeden orada sıraya giriyor. Böyle bir düzen kibar İngilizlerde bile yok. Artık bizde de uyanıklık yok, sistemin parçası olmayı kabulleniyoruz (şimdilik).

Yolda Fuji bize zirvesini gösteriyor. 300 km saat ile giderken Fujiyi selamlıyoruz. Ama daha sonra yakından göreceğiz.

Shinkansen gibi en yüksek teknoloji ürünü araçta bile Japonlar geleneklerinden vazgeçmiyor. 400 km hızla giderken bile kondüktörler giriş ve çıkışta tüm vagonu selamlıyor diğer tüm Japon trenlerinde olduğu gibi.

Shin Kobe'de aktarma beklerken süre çok. Harika bir istasyon ve marketten aldığımız paket sushi ile ilk sushimiz. Açlıktan mı bilinmez ama gerçekten çok lezzetli. 

Artık JR Pass uzmanıyız. Hangi tren yasaktan, hangi vagona bineceğimize, ne zaman  ve nerede sıraya girmemiz gerektiğine kadar... Ver elini Hiroshima. Otel harika. Odalar Japonya standardında saray. Tüm şehre hakim ama sadece 10 dakika el yüz yıkama molası. Akşamüstü 4'te vardığımız için vakit dar, Miyajimaya yetişmeliyiz ilk gün, gün batımına.

JR sizin için herşeyi düşünmüş. Lokal trenle Miyajimaguchi istasyonundan feribota binip Miyajima'ya ulaşıyoruz. Güneş artık alçalmış, gelgit nedeniyle sular da çekilmiş. Itsukushima Shinto tapınağının su üzerindeki Tori Kapısı tüm heybetiyle karşımızda. Taş fenerlerin sıralandığı geyikli yoldan büyüleyici tapınağa ulaşıyoruz. Günbatımı kara tarafından harika manzaralar sunuyor. Sular çekildiği için ortaya çıkmış binlerce deniz dibi canlısının üzerine basarak da olsa Torii kapısının altına kadar girmek mümkün oluyor. Kafur ağacından yapılmış kapının yüksekliği 16 metre. Altından gün batımını izlemek her faniye kısmet olmaz deyip, bölgedeki diğer tapınakları gezmeyip kendimizi manzaraya teslim ediyoruz.


Dönüşte alırız diye not ettiğimiz buraya özel düz tahta kaşıklardan alamıyoruz. Saat 7'de neredeyse tüm dükkanlar kapanmış. Düz kaşıklarımızla pilavımızı pirincin tadını bozmadan yeme şansımız kalmıyor. Nasıl olsa bir kez daha geleceğiz. Açız ve Hiroshima'da istiridye yemek için söz verdik kendimize.

Otelde yine kısa bir moladan sonra, e-rehberimizden kendimizi Hiroshima gece hayatına atıyoruz. Nakagawara tam bir batakhaneler cenneti. Japon tarzı Moulin Rouge. Her yer davetkar kadınlar, sushi ve et lokantaları dolu. Hemen tamamı bar tarzı oturulup yenilen cinsten. Yolda sarkıntılık eden kafayı bulmuş Japonlar bile oluyor ve "samimiyet" bazen çirkinleşebiliyor. 

Saatlerce arayıp istirdye bulamayıca Sushicoba'da sashimi, sushi ve sakeye teslim oluyoruz. Yorulmuşuz. Yine de çıkmamış candan ümit kesilmezmiş, dönüş yolunda istiridyemize klasik japon tarzı özel odalı bir restoranda ulaşıyoruz. Ama kolay olmuyor. Masa üzerinde garip cihazın garsonu çağırmak için bir düğme olduğunu anlamamız uzun sürüyor. Kilo ile istediğimiz istiridyenin yanında Soğuk sakeye devam etmek istiyoruz burada. Menuyu ynlış anlamışız. "6 glass" yazan aslında bardağın boyutu imiş, adedi değil. 6 bardak ısmarlayınca nerdeyse su bardağı boyutunda 6 adet sake getiriyorlar :)

Yorgunluktan ölmüş halde yatma vakti. Ertesi gün yaşayacağımız yorgunluktan henüz haberimiz yok tabii.

3.gün
Hiroshima Barış Parkı, Kyoto bambu ormanı ve Fushi Inari Tapınağı

Uzun bir gün olacak ama henüz en uzunu değil. Erkenden yola koyuluyoruz. JR pass şehiriçi gezi otobüsünde bile geçerli. Barış Parkı'nda iniyoruz. İlk durak Hiroshima Atom Bombası müzesi. Bütün yolculuğun en üzücü ve sarsıcı noktası. Nükleer savaşının yaşattıklarının en çarpıcı görüntüleri arasında geziyoruz. Radyasyonun, vücuttaki etkileri, yavaş yavaş balmumu gibi eriyerek yok olmuş hayatlar. Kağıt gibi bükülmüş çelik binalar ve molozların altında kalmış insanlar. Tamamen kavrulmuş üç tekerlekli bisiklet. Çok başarılı bir atlet olma yolunda ilerleyen küçük kız çoçuğu Sadoku'nun sonunda başarısız olduğu hayatta kalma savaşı gözlerimizi yaşartıyor. Hayatta kalıp umutlarına origami sanatı ile turna kuşu katlayarak ulaşacağına inanan Sadoku binlerce minik turna kuşu yapmış. Ama nafile.



...
bir avuç kül oluverdim
külüm havaya savruldu
...
Sadoku bir efsane olmuş. Barış Parkı'nda anıtı olan tek kişi. Anıt yine okul öğrencilerinin topladığı bağışlarla yapılmış. Japon çocukları öğretmenleri ile anıtı ziyaret ediyorlar. Ne sonuçlara varıyorlar, bilemiyorum. 


Hatıra defterine not düşüyorum: "Amerikalı olarak bulunmanın gurur vermeyeceği bir yer burası..."

Son derece minimalist bir peyzajın içinden Savaş Anıtına varıyoruz. Japonlar halen yanmakta olan ateşin önünde saygı duruşunda bulunuyorlar. Karşıda bombanın atıldığı 8:15'te durmuş bir saati simgeleyen bir anıt daha. Barış Parkı'nın sonunda Enola Gay'in bıraktığı bombanın tam üzerinde patladığı Atom Bombası Kubbesi var. O günün anısına aynen saklanıyor. Gerçekten tam isabet!

Hiroshima'yı çok karışık duygular içinde terkediyoruz. Hedef Kyoto.

Shinkansen ile yaklaşık 2 saatte Kyoto'dayız. Bavullarımızı emanet dolaplarına bırakıp, lokal trene aktarma yapıp Arayashima Bambu Ormanına varıyoruz. 10 metreyi aşan dev bambuların arasından süzülen gün ışığını seyrederek ilerlemek büyüleyici. 


Yolda geysha okullarından öğrenciler içerideki tapınakları ziyaret ediyorlar. Geyshalar da teknolojiye uyup sürekli selfie çekiyorlar. İçerideki Tenryu-ji Tapınağının bahçesinde ilk sakuralarımızı görüyoruz. Japon bahçesi bir renk cümbüşü. 


Tapınakların dış cephesi ve çatı formları çok renkli, iç mekanlar minimalist. En ufak gösterişinden uzak. Tapınakların önlerindeki çeşmelerde ritüele uygun şekilde küçük taslarla eller yıkanıp ağızlar çalkalanarak arınılıyor, ondan sonra kutsal mekanlara giriliyor.






Bir başka tren yolculuğu sonrası bu sefer Fushi İnari Shinto tapınağına ulaşıyoruz. Burası bir turuncu renk cümbüşü. Akşamüstünün sıcak turuncusu ile tapınağın turuncusu katmerlenmiş. İki adet siyah tilkinin (inari) arasından geçip tapınak bölgesine ulaşıyoruz. Yine uzun çubuklu bambu taslarla eller yıkanıp ağızlar çalkalanıyor. Rengarenk kimonolu kadınlarla beraber tam bir renk ve ışık cümbüşü ortaya çıkıyor. 



Japonyanın çeşitli bölgelerinden yollanmış binlerce. "Tori"nin birleştirilerek ortaya çıkarılmış tüneller arasından bir tapınaktan diğerine geçiş sağlanıyor.  Torilerin bir yüzü tamamen turuncu iken diğer yüzünde bağışlayan kişinin ismi yazılı. Etrafta evliliklerini burada kutsamayı tercih etmiş yeni evli çiftler var. 


Kyoto'yu keşfetmeyi bir sonraki sefere bırakıyoruz. Eski başkent kısa bir süreye sığdırmaya çalışmak büyük saygısızlık olacak. 

Kyoto istasyonu labirentinde emanet dolaplarımızı zor da olsa bulduğumuz halde, küçük bir hesap hatası sonucu o gece konaklayacağımız Nara'ya oldukça geç varıyoruz. Pek çok yer kapanmış olduğu için geyikler imparatorluğunda kalacağımız tek gecede ancak Pinochio adındaki İtalyan restoranında yer buluyoruz. Ayaklarımıza kara sular inmiş. Şişe bulamasak da birkaç kadeh şarap iyi geliyor. Üst baş çıkarmanın bile sorun olduğu minik odalarımızda dinlenmeye çekiliyoruz. Odada bir uyarı "bavuluma yer yok diye şikayet etme! Yatağın altı oldukça geniş." 

Japonya bazen tezatlar ülkesi gibi gelse de, en lüks otelden en sıradana, hatta trenlere kadar vazgeçilemeyen tek ortak konfor tuvaletler. Hepsinde istediğiniz sıcaklıkta ve basınçta yıkama yağlama standart, kurutma opsiyonel. Son modellerde kapakların açılıp kapanması da otomatik.

4.gün 
Nara Todai-ji tapınağından Gotemba'da Fujiyama'ya karşı ilk onsene, Nara usulü "checkout"dan Takayuki San usulü "checkin"e

Nara'nın eski ana caddesinde bir afiş "Japan is Nara / Japonya Nara'dır". Budist rahiplerin hükümet üstünde büyüyen baskısından bunlan İmparator Kammu 8.yüzyılda Kyoto'ya taşıyana kadar Japonya'ya başkentlik etmiş, Nara. Bu afiş de, başkentin taşınmasına isyan ediyor gibi.

Birkaç gündür kahvaltıyı geçiştirdiğimizden, yaptığımız Amerikan usulü kahvaltı iyi geliyor. İlk hedef Kasagu-taisha Shinto tapınağı. Nara'nı tarihi caddesi dosdoğru Kasagu tapınağına çıkacak. Yolda parklardaki geyikleri besleyip sosyal sorumluluğun gereğini yerine getiriyoruz. 

Yol üstünde, parkın içinde taş fenerler arasında yürürken (üç bin adet olduğu rivayet ediliyor) Man'yo Botanik bahçesi bizi içine çekiyor. Bahçenin özelliği Japon şair Man'yoshu'nun eserlerinde geçen tüm bitkilerin yer alması. Her çiçeğin önünde hangi zamanda açacakları tek tek not edilmiş. Japon bahçe sanatının ayrılmaz parçası bir de göletçik var. Üstünde pembe tırabzanlı bir seyir platformu. Man'yoshu kendisine verilen önemi görse gözleri dolardı.


Ama Nara'nın tanrıları Kasagu'ya ulaşmamızı istemiyor. Şans eseri otel rezervasyon formunu kontrol ettiğimizde checkout zamanın 10 olduğunu görüyoruz (akşamdan bahsetmiyorum!). Farklı otellerde kaldığımız halde diğer otel de aynı. Bu Nara'ya özgü bir "Japon Yapmış" demek! Checkin ise 15:00. Yani 5 saat temizlik yapacak olmalılar. Naralılar hijyen manyağı olsalar gerek! Akşama Fujiyama ile randevumuz olmasa sorun değil, ama checkout yapıp hem Todai-ji hem Kasuga'yı görmek mümkün olmadığından sadece bir diğer Dünya Kültür Mirası Budist tapınağı Todai-ji ile yetineceğiz.

Günlerden Pazar. Todai-ji yolları Japonlarla tıklım tıklım. Arada bizim gibi birkaç "gaijin" gavuru. Tapınağa yaklaştıkça kalabalık daha da artıyor. Omuz omuza Todai-ji'ye girdiğimizi düşünürken, bunun sadece iki dev ve korkunç görüntülü savaşçı heykeli tarafından korunan devasa boyutta bir giriş "kapısı" olduğu anlaşılıyor. Şimdiye kadar gördüğümüz Shinto tapınakları hayvan figürleri tarafından korunurken Budha tapınağını savaşçıların koruması ilginç. İnanışa göre bu tapınak dev bir geyik tarafından işgal edilip yağmalanmış. Oysa Nara'da geyikler kutsal. Şimdi tapınağın bahçesinin 24 saat mukimleri onlar. Ayrı bir tezat daha gibi gözükse de, Japonlar hem Shinto he Budist inançlarını içiçe geçmiş şekilde yaşayabiliyorlar. 


Şaka değil, Todai-ji dünyanın en büyük ahşap binası ve içinde Japonya'nın en büyük Budha heykelini barındırıyor. Kaldı ki şimdiki yapı 18.yüzyıldaki yangından sonra yeniden inşa edilmiş otantik yapının %30 daha küçüğü!

Artık bir Budist tapınağındayız. İçeri girerken arınma kafanızın etrafında gezdirilen tütsüler ile oluyor. Ana girişin tam karşısına konuşlandırılmış 16 metre yükseklikteki bronz Budha sizi karşılıyor. Devasa olmasına rağmen içinizi korku değil sevgi sarıyor. Hoş dökümü yapıldığı 8.Yüzyılda ülkedeki tüm rezervleri tüketmiş ama olsun. Sevimli. Todai-ji kayıtlarına göre tapınak için 2 milyon 6 yüzbin kişi bağışta bulunmuş! Yani bunu tek tek kaydedip saklamış Japon!

Budha'ya hemen solunda bir diğer tanrı(ça) Daibatsu eşlik ediyor. Tavafımız diğer dev savaşçı heykellerinin arasından geçerek son buluyor. Maşesef altı delik olna kolonun altına elimizi sokup adak adayamayoruz, zira sıra çok uzun...

Şehir gezi ringine atlayıp doğrudan istasyona. Lokal tren ve sonrasında Fujiyama'ya doğru Shinkansen yolculuğumuz var.

Kyoto'dan atladığımız Shinkansen ile yaklaşık iki saatte Mishima'ya ulaşıyoruz. Oradan lokal trenle bu gece konaklayacağımız ve Fuji'yi göreceğimiz Gotemba'ya geçiyoruz.

Aç parantez
Nedir bu Shinkansen?

Shinkansen'in Japonca'da kelime anlamı 'Mermi Tren'. Wikipedia'yaya göre 1964'te başlayan ve sürekli geliştirilen bir demiryolu ağı. Bugüne kadar yaklaşık 10 milyar yolcu taşınmış ve bir tek ölümle sonuçlanan kaza yok! Fıtratında yok demek. Yine Wiki hazretleri maksimum ticari hızını 320 km/saat verse de yalan. Ben Hayabusa'da (Tokyo - Shin Aomori hattı) ölçtüm; 390 km/saat'e çıktık! 

Ama Shinkansen'in ansiklopedik olmayan özellikleri de var. 390 km ile giderken istasyondan aldığınız (yemek vagonu yok çünkü) sushinizi yiyebilir, varsa şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Ondülasyon nedeniyle 50 km üstüne çıkamayan Çayyolu metro hattı değil yani. Yine, kaçırdıysanız bulunduğunuz yerle gideceğiniz şehir arasında diğer Shinkanseni bekleme süreniz 20 dakikayı geçmez.Yılda 150 milyon yolcu böyle taşınıyor. 


Dahası da var. Shinkansen'de telefonda konuşamazsınız çünkü radyo dalgaları size yetişemez. Şaka :) Sadece diğer yolculara saygı duymak zorundasınız. Zorda kalırsanız iki vagon arasında, tuvaletin önü serbest. Yedi ayrı Shinkansen'e bindik bir kere telefon çalmadı kardeşim. THY'de inişe geçince daha çok çalar! Koltuğunuzu yatıracaksanız -ki koltuk araları THY 'business class' kadar vardır- arkanızdaki yolcuyla göz teması kurup izin istemek adettir. Herşey yazılı olacak değil ya! İnceğiniz zaman koltuğu düzeltmek, yediğiniz içtiğiniz herşeyin çöpünü atmak size aittir. Shinkansen'de yazan tek uyarı biz 'gaijinler' için yazılmıştır sanki :' Lütfen klavyenizi sert şekilde kullanıp çevrenizi rahatsız etmeyiniz'.

Kapa parantez

Lokal ternimizle tıngır mıngır Gotemba'ya doğru yol alıyoruz. Hızı dışında yukarıda Shinkansen için yazdığım kurallar aynen geçerli. İlave olarak, engelliler için ayrılmış koltuklara yakınsanız cep telefonunuzu kapatmanız gerekiyor. Mazallah kalp pili olan bir yaşlı orada bulunabilir.

Alışmadığımız şekilde yavaş ilerleyen trenimizle Fuji'ye yaklaşıp çevreyi seyrederken otelimizin konfirmasyonuna göz atıyoruz. O da ne! Otelimizin 'en geç checkin saati' 18:00! Nara'da 'en geç checkout saati'nden çektiğimiz yetmedi, burada da en geç checkin bizi bekliyor. Neyse ki istasyonda taksi var. Koşturmaktan para bozdurmadığımızdan nakit durumu sıkışık. Japonya'da taksi ile ücret pazarlığı yapıyoruz. Nedir çektikleri bu gaijinlerden! Tek kelime İngilizce bilmeyen beyaz eldivenli taksi şöförü mertebeyi 2500-3000 Yen verince rahatlıyoruz. Ama 18'e yetişmek gerek. Trafiğin soldan olduğu Japonya'da şöför mahaline oturmaya çalışmasak iyi idi tabii. Neyse. Koltukları dantel kaplı Nissan konforlu. 

Tam 17;50'de taksimiz bizi otele ulaştırıyor. Taksimetre 3300 olmuş. Ama o da ne! Pazarlık ettiğimiz mertebeyi tutturamamış taksi şöförü fazla 300 Yeni almıyor. Ne yapsak boşuna. Aynı İstanbullu taksi şöförü mübarek (!?)

Otelin resepsiyonunda Takayuki San hafif bir hayal kırıklığı içinde bizi karşılıyor. Lanet gaijinler 10 dakika kala yetiştiler. Ne güzel krutlacaktım onlarda der gibi bir gülümseme var suratında. Tipik bir klasik Japon oteli -ryokan- olmasa da otelimiz baya muhafazakar. Yukatalarımızı nasıl giyeceğiz, kuşakları nasıl bağlayacağız yer yatağı yapmayı iliyor muyuz; Takayuki San tek tek anlatıyor. Çalışıp gittiğimiz için kurallardan haberimiz biraz var. Takayuki San bizi seviyor artık ;)

Çok yorulmuşuz. Odamıza, pardon villamıza geçiyoruz. Japon standartlarında inanılmaz bir konaklama. Alt kat mutfak salon, tuvalet ve hamamdan oluşuyor. Üst kat ise oturma odası ve yatak odasından. Yataklar "Ryokan" usulü yer yatağı. Kendimiz yapıyoruz. Torpil geçip çift şilteli olarak. 

Onca koşturmaya rağmen Gün daha bitmemeli ama. Fuji'nin eteklerindeyiz, kendisini göstermese de.Takayuki san halimizden anlayıp kibarca en üst kattaki "public bath"ı gösteriyor. Neden "onsen" değil de "public bath" acaba? İçine girdiğimizde anlıyoruz. Teras kattaki jakuzili havuza gelen su termal değil. Sanırım termal su ile ısıtılan normal su veriliyor. Yine de sıcaklık 45 derece civarı, yani Japonları girerken bağırtacak cinsten. Türk bağırmaz :) Sırtımıza doğru su vururken yıldızların altında Fuji'nin heybetli manzarasını seyrediyoruz. Ne telefon ne internet. Su, Gökyüzü, Fuji ve ben :). Bu huzurlu anı hakedeli çok olmuş. Havuzun üzerine "Japon yapmış" dedirten türden bir masaj makinesi. Sanki üç masör aynı anda üzerinizde çalışıyor. Sefa pezevenkliğinin doruk noktası bu olsa gerek :)

Tüm yorgunluk uçup gidince gece Fuji avı. Av dediysek fotoğrafını çekeceğiz. Ama sık orman kısıtlı ay ışığı altında geçit vermiyor ki. Fuji'yi terasa çıkmadan görmek ne mümkün. Hem bu kadar heybetli hem de nazlı olacaksın! Hiç bilmediğimiz Dünyanın öbür ucundaki dev bir adada ilk kez gece ayak bastığımız ormanda gezinmenin de bir sınırı var. Yatma vakti. Ama kötü bir sürpriz bekliyor. Yandaki otelden kaçak internet kullanan arkadaşımız ertesi gün Hokkaido'ya trenle varamayacağımızı söylüyor. İlk tren ertesi sabah varıyormuş. Ne gam, Fuji'nin altında. Biz Türküz; öyle otomatik programlara aldırış etmeyiz...
   

5.gün
Gotemba'dan Hokkaido'ya. Yenecem seni Caponya!

Gotemba'da güne erken başlamalıyız. Zira Hokkaido için her ne kadar mümkün gözükmese de erken yola çıkmak gerekli.

Gün ağarırken saat 5 sularında kalkıp Fuji'yi fotoğraflama işine girişiyoruz. Orman yine geçit vermeyince, otelden aşağıdaki kasabaya kadar yürüyüp çok güzel bir manzara yakalıyoruz. Şanslıyız ne pus, ne sis. Fuji biz "gaijin"lere yüzünü göstermeye karar vermiş. Günün il ışıkları düşerken epey fotoğraf çıkıyor. Gölden yansıma çekemedik ama olsun. 


Erken kalkan yol alır, foto safari sonrası hala çok vaktimiz var. Sonuçta Takayuki San bizi kahvaltıdan sonra Gotemba istasyonuna bırakacak. Ne olursa olsun Hokkaido için şansımızı deneyeceğiz. Yine de kahvaltıya kadar vaktimizde tekrar "onsen"deyiz. Bu sefer güneşi üzerine doğuran Fuji'yi seyrediyoruz. 

Üzerimizdeki yukataları çıkarıp kahvaltıya gitmek üzereyken, olur mu öyle şey. Takayuki San bizi öylece kahvaltıya alıyor. Japonlar normal kılıklarıyla bizler yukatlarımızla :) olur öyle bazen... Keşke misu çorbasını yemeye kalkışmasaydık. Allahtan Takayuki San var da, bir skandal önleniyor. Kahvaltıda ne yenecek, ne suyla karıştırılacak öğrenmenin vaktidir.

Şimdi neden bu Hokkaido işleri karıştırdı bir parantez açayım. Carl Sagan daha sonra Jodie Foster'in da rol aldığı filme uyarlanmış efsanevi romanı Mesaj'da (Contact), Dünya dışı uygarlıklarla iletişime geçecek ilk aygıtın sabote edilmesi durumunda gizli bir yedeğinin yapılabileceği konum olarak Japonya'nı kuzeyindeki, yani Dünyanın da öteki ucundaki Hokkaido adasını öngörmüştü. İşte Hokkaido o kadar ırak. Japonlar için bile! 

Takayuki san bizi Gotemba istasyonuna götürürken nereye gittiğimizi sorunca biz de kolay anlaşılsın diye Hokkaido'nun en önemli şehri Sapporo deyiverince alıyor onu bir gülme. Öyle böyle değil, 5 dakika gülüyor. O kadar uzak ki (Shinkansen memleketinde bile), Takayuki San ne kadar gülse yeridir. Ama inat ettik. Sapporo olmasa da onun yakınlarında otelimizin olduğu Niseko'ya varacağız. Bu otelde Allahtan son checkin saati yok! Her ihtimale karşı bugün varamazsak bile ertesi gün varacağımıza ilişkin bir mail atma şansımız oluyor.

Takayuki San, bir sonraki Mishima trenine iki dakika kala bizi istasyona ulaştırıyor. Güne şanslı başlıyoruz. Mishima'dan Shinkasen ile Tokyo'ya. Bir saat mola var. İlaç gibi dinlenme fırsatı. Bizi Honshu'nun en kuzeyine, Shin Aomori'ye taşıyacak Hayabusa adındaki Shinkasen perona yanaşınca körü sürpriz! Tüm vagonlar rezervasyonlu. 6-7 dakikamız var. Bu treni kaçırırsak bugün Hokkaido hayal. Merdivenlerden uçarcasına inerek Tokyo istasyonunda biletleme ofisi bakacağız ki yer alalım. Tokyo istasyonu yeraltında Kadıköy kadar var. Yine de indiğimizde karşımıza bir ofis çıkıveriyor. Hatta 3 kişilik yer de var. Tükenen ümitlerin canlandığı an. Japon yapmış yine.

Hayabusa bizi inanılmaz hızlara çıkarak Shin Aomori'ye ulaştırıyor. Honshu'nun en kuzeyindeyiz ama daha çok yolumuz var. Kendimizi çıkıştaki bilet ofisine atıp Niseko için yardım istiyoruz. Tek kelime İngilizce bilemeyen görevliye Niseko deyince, önündeki aygıta bir ikİ bilgi giriyor ve bize bir çıktı uzatyor. Ama o da ne? Tamamen Japonca. Allahtan Japonlar rakamları en azından "Arabik" kullanıyor. Varış kalkış saatleri anlaşılıyor ama nereye? Neyse ki bir Japon öğrenciden yardım alıyoruz. En azından ilk hedef belli; Hakkodate.


Bindiğimiz ilk ekspres bizi 52 km uzunluğundaki Dünyanın en uzun denizaltı tünelinden geçirerek Hokkaido'nun güneyindeki Hakkodate'ye ulaştırıyor. 



Artık Hokkaido'yız ama yol bitmedi. Haritada küçük görünse de Hokkaido İrlanda kadar!  Japon öğrencinin yardımıyla çözdüğümüz Japonca "çıktı" bizi gece 10 sularında otelimize ulaştırıyor. Trende otele telefon ederek hangi istasyonda inmemiz gerektiğini soran Japon öğrenci kızımıza da müteşşekiriz. Allahtan dağ başındaki istasyonda da dantelli bir taksi var :)

Takayuki San-Lokal Tren ile Numazu- lokal tren ile Mishima- 1.Shinkasen ile Tokyo 2.Shinkansen ile Shin Aomori- Hakodate expres- Sapporo expres-Lokal Tren- Dantelli taksi- otel. 10 aktarma! Türkler 1: Bilgisayar Programı 0.

Otelde üzerimizden büyük yük kalkmış halde. Bir içki alıyoruz ama yetmez; bu otelde gerçek onsen var. Gün bitmeden bir kez daha onsen hem de açık havada, hem de Hokkaido buz gibi! Ve bu sefer karşımızda gökyüzü ve Yetei, ya da Japonların Ezo Fujisi. Aynı gün içinde hem Fuji hem de Ezo Fuji'ye karşı onsen keyfi yapmak keyfi kaç Türke, onu geçtim kaç Japona nasip olmuştur tahmin edemiyorum.

Ne gündü!

6.gün
Niseko'da durmak. Dinginlik ve huzur, kar, küçük Fuji ve onsen

Gece Ezo Fuji'yi seyrederek girdiğimiz onsen tüm yorgunluğu almış olmalı ki günün ilk ışıkları kalkmamız için yeterli oluyor. Gün saat 6 gibi yine onsende başlıyor.. Açık havada küçük Fuj'nin üzerine düşen ışıkları seyretmek ayrı bir keyif. Sıkı bir kahvaltının ardından hafif bir doğa yürüyüşü ve otelin içinde göletçikler olan dev golf sahasında Hokkaido'da toprağa ilk el sürüş. Günün ışıması ile beraber Ezo Fuji de pus perdesinin arkasında ortadan kayboluyor.


Dinlenmeye karar verdik, bugün trene binmeyeceğiz. Küçük bir minibus ile yakındaki Kuchan kasabasına gidiyoruz. Kuchan, kaldığımız ski-resort bölgesine en yakın en büyük ve en çirkin yerleşim birimi. Hemen tüm Japon kentlerine son yüzyılda hakim olmuş mimari karaktersizlik burada doruğa çıkmış gibi. Yine her kentte rastgeldiğimiz elektrik kablosu keşmekeşi burada da zaten az görünen küçük Fuj'yi bile doru dürüst görmemizi engelleyecek ölçüde. Japonlar enerjiyi ziyan etmemek konusunda çok hassaslar. Bu nedenle neredeyse her binaya elektriği orta gerilim kablosu ile havai hatla getirip oradaki direk üstü trafodan alçak gerilimi dağıtıyorlar. Bu ciddi oranda enerji tasarrufu sağlıyor, aynı oranda da çirkinliği arttırıyor. Bu görüntüye Tokyo'nun lüks semtlerinde bile rastlamak mümkün. Neyse Kuchan'a 20 dakikadan fazla ayırmaya gerek yok. Zaten aynı görüntü yakın coğrafyamız orta doğu kentlerinde de bolca var.

Günün kalanı dinlenerek onsende ve şarap partisi ile tamamlanıyor.

7.gün
Niseko'dan Sapporo'ya

"Erken doğan gül parmaklı şafak" küçük Fuji'yi kızatmaya başladığında yani sabah saat 4 sularında başlıyor gün. Sabahın yumuşak kızıllığı harika fotoğraflar veriyor. Güneş kendini gösterdiğinde de onsende kutluyor bu "kutlu" doğumu.


Erken kalkan yol alırmış. Bu bize Sapporo'ya gitmek için imkan tanıyor. "Hokkaido'ya geçelim, gerisi kolay" diyerek geldiğimiz Niseko'dan, Sapporo'ya gitmek tam iki saat sürüyor. Dönüş de bir o kadar. Kış olimpiyatlarının yapıldığı, buzdan heykelleri ile ile meşhur kenti bir bahar günü iki saate sıkıştırıyoruz. 

Güneyde kaçırdığımız Sakuraları Hokkaido'da bolca yakalıyoruz. Özlelikle şans eseri Sapporo'ya vardığımız gün açılmış olan Hokkaido Üniversitesi Botanik Bahçesi cennetten bir köşe. Arbetaryumda Japonya'da yaşayan tüm memelileri gördüğümüz gibi doyumsuz güzellikteki bitki örtüsü bizi büyülüyor. Sonraki durak Sapporo'nun sembolü ve buzdan heykel yarışmalarının düzenlendiği Odori Park. Buz yok ama geç gelen bahar bir tatil günüde tüm Japonları parka dökmüş. Herkes çimlerin üzerinde uzun süren kışın ardından baharı kutluyor. Tam bir panayır yeri, cıvıl cıvıl. Kimse kimseyi rahatsız etmeden büyük bir bahçeyi paylaşıyor. 

Sapporo diğer gördüğümüz Japon kentlerİnden çok farklı zira tamamen yeni kurulmuş. 19. Yüzyılın sonlarında Amerikalıların yardımı ile tamamen grid şeklinde tasarlanmış kent, Japon tarzından oldukça uzak olmasına rağmen düzenli. Diğer kentlerdeki havai kablo keşmekeşi burada yok. Modern bir Amerikan kenti havası hakim her yere. 


Yeme içme konusunda ise Fransız tarzı "boulangerie"ler ayrı bir hava katıyor. Kuchan'dan sonra Sapporo Japonya'da sürekli rastgeledurduğumuz tezatların sonuncusu. Hokkaido'da son günümüz bol güneşli bir Sapporo günü İle noktalanıyor.

Gece Niseko Village'da turistik lokanta ve Japon cam işi hediyelik eşyalara bakınıyoruz. Yolculuk tempomuza verdiğimiz bu Hokkaido arası gerçekten iyi geliyor. Üç gece arka arkaya aynı yatakta yatmak ne büyük lütufmuş!

8.Gün 
Tokyo'ya

Sabah erken yola çıkıp geldiğimiz yolu tam tersten izleyerek Tokyo'ya yola çıkıyoruz. Hokkaido ziyareti neredeyse iki tam gün yolculuğa malolsa da kesinlikle buna değer. Dünya bu en doğu noktalarından birisini kıyısından da olsa görmüş olmak keyif veriyor. Kamera da ağzına kadar Ezo Fuji manzarası dolmuş.

Dönüş yolunda Osymambe'de aktarma arası bir saatlik sürede deniz kıyısına inip kumsalda Pasifik havası teneffüs etmek ayrı güzel. Biraz okyanus kabuklusu toplama şansımız da oluyor.

Sonra Hayabusa bizi yine yıldırım hızıyla Tokyo'ya taşıyor. Tokyo istasyonunda yönümüzü bulup doğru aktarmalarla otele ulaşmamız hayli vakit alıyor. Tokyo istasyonu deyince neredeyse Kadıköy merkezin yeraltına inmişini düşünmek gerektiğini zaten daha önce söylemiştim. En az o kadar büyük bir yeraltı dünyası. Birkaç başarısız deneme ve in-bin sonrası doğru treni ve yönü bulup iki durak ötedeki otelimize ulaşıyoruz.

Japonya metrekare gerçeği Nara'dan sonra burada da karşımızda. Tüm fonksiyonları tam olmasına rağmen otel odası banyo dahil sadece 15 m2. Sadece yatmaya girmek gerek. 

İlk gece boşa geçmesin diyerek biraz Türk işi bir tavsiye ile Rappongi'ye gidiyoruz. Ama burası batakhane dolu. Daha çok Moulin Rouge'u andırıyor. Her bir kulubün kapısında bir zenci size renkli bir gece vadetmeye çalışıyor. Yürümek bile sıkıntılı. Hemen uzaklaşmalı.

Sonraki durak Ginza. Ama artık geç olmuş. Saat gece 10'da hemen her yer kapanmış durumda. Yine de Rappongi ile hayal kırıklığı içinde başlamış Tokyo gezisi burada biraz nefes alıyor. Hareketli iken 5th Avenue ile yarışacak gibi gözüküyor Ginza.

9.gün
Tokyo'ya devam; Akhibara, Shimbashi, Yoyogi Park, Meiji Tapınağı, Omotesando

Tokyo'yo gelip de elektronik ile az çok ilgisi olan birinin Akhibara'ya uğramaması hata. Bizim de özel plan yapmadığımız ilk Tokyo sabahımızı değerlendirmek için otele yürüyüş mesafesinde olan bu yer bulunmaz fırsat. Alışveriş için olmasa da en azından sunulan ürünlerin çeşitliliği açısından. Zira karşılaştırabildiğimiz tüm ürünlerin fiyatları Türkiye ile aynı. Ancak, Türkiye'de rastlamadığınız bir cihaza sahip olmak isterseniz alış veriş yapmak ilginç olabilir. Ayrıca herhangi bir elektronik kapsamda dünyanın tüm markalarını aynı anda test etme ve karşılaştırma imkanınız var. Bu açıdan daha ilginç. Alacak birşey bulamasak da görmemek olmazdı.

Artık Tokyo ziyaretine başlayabiliriz. İlk ciddi durak Shibuya. Pastoral Japonya'dan sonra istasyonlar dışında gerçek Japonya ritmi ile karşılaştığımız yer. Burası fotoğraflarından tanıdığım Shangai'yı andırıyor. İnanılmaz sayıda, insan, otomobil ve tren aynı anda yer değiştiriyor. Aldığımız tavsiye üzerine ana meydana bakann kafelerden birinin ikinci katına oturup bu ritmi izleyekoyuluyoruz. Dörtyolun yayalara geçiş hakkı tanıyan yeşil ışığı aynı anda yanıyor. Ama burada çapraz geçişler de olduğu için bir rivayete göre aynı anda en çok insanın karşıdan karşıya geçtiği bir kavşak. Gerçekten ilginç.


Şimdilik bu kadar ritm yeter. Yürüyerek ulaştığımız Yoyogi Park'ta şehrin keşmekeşinden tekrar uzaklaşıp Japon dinginliğine kavuşuyoruz. Her birimize bir bank seçip öğlen kestirmesi yapmak için ideal bir huzur ortamı. 


Bu kadar dinlenmeden sonra biraz da turizm ;Yoyogi Parkı'na komşu Meiji Tapınağı. Uzun bir park içi yürüyüş daha. Yalnız burada ağaçlar hiç budanmamış, doğal haline bırakılmış. Japonlara göre en güzeli doğal halinde kalmaları. Uzayan dallar neredeyse ağaçları devirecek. Yaklaşan devasa "tori" ler girişi işaretliyor. Girişte bir sürpriz. Kraliyet düğünü ya da nişanı var. Başrahip ile karşılaşma olanağı buluyoruz. Kırmızı şemsiyelerin altında aile tören noktasına ilerliyor. Burası Meiji handanının anısına 20. Yüzyıl başında inşa edilmiş. İkinci Dünya Savaşı'nda bombalanınca daha sonra tekrar yapılmış, Tokyo'daki en büyük tapınak. Sadece kraliyet ailesine değil diğer düğünlere de ev sahipliği yapabiliyor. Gelinler buraya klasik arabalarla getiriliyor. İnişlerine yardımcı olacak ahşap basamaklar da var.


Bu kadar tapınak görmek yeter. Ama henüz son tapınağa gelmedik.

Meiji tapınağının çıkışı bir arkadaşımızın "Tokyo'nun Champs Elyseesi" olarak adlandırdığı Omotosendo'ya bağlanıyor, tabii biz de.

Hernekadar Champs Elysee kadar geniş olup bir Zafer Takı ile taçlanmasa da, en az onun kadar hareketli ve cıvıl cıvıl bir bulvar. Tokyo'nun yüksek ritmi burada da geçerli. Yalnız Omotosendo'da Champs Elysee'de göremeyeceğimiz bir şeye rastlıyoruz; en az 12 metre  boyunda bir transformer. Melih Gökçeğinki gibi ucube değil ama. Tam fonksiyonlu. Bir tırın üzerinde yatırılmış olarak Omotosendo'yu katediyor. Madem Champs Elysee'ye geldik, bir kadeh şampanya içmeden olmaz, hem de brasserie tarzı döşenmiş nadiren sokağa açılan kafelerin birinde. Keyifli bir akşamüstü.


Buradan metro ile Shinjuku'ya geçiyoruz. Shinjouku'da ana caddeler Times Square, ara sokaklar  China Town sanki. O kadar tezat. Yine bir arkadaşımızın belirttiği gibi, Ridley Scott'un kült filmi Blade Runner'ın giriş bölümünde esinlendiği mekanikleşen dünyada teknoloji ile geleneğin içiçeliği ile tezatın doruğa çıktığı bir yer, Shinjouku. Size her konuda o kadar çok alternatif sunabiliyor ki, kahve içmek için bile kararsız kalabiliyorsunuz. Yoğun ışıklı ortamda neredeyse gündüz ayarlarında fotoğraf çekilebiliyor. Bir günde bu kadar tezat, şaşkınlık, huzur, keyif yeter. Yatma vakti.

10. Gün
Tokyo'ya devam. Shimbashi, Rainbow Bridge

Son gecemizi geçireceğimiz Shimbashi'deki otelimize çantalarımızı bırakıp, yürüyerek Ginza'ya gitmeye karar veriyoruz.

Shimbashi biraz Ankara Ulus'u anımsatıyor. Pek çok ürünü burada daha hesaplı bulabiliyorsunuz. Akhibara'da turistik fiyattan satılan elektronik ürünler burada %25 daha ucuz. Tax free de olunca oldukça iyi fiyatlar çıkabiliyor. Burada ünlü markaların outletleri de var. Outlet dediysek heycanlanmamak gerek. Outlet Hermes'de 300.000 TL karşılığı bir çanta bile var. Üçyüzbin yazdım, yeni para ile :)

Burası birkaç yüz metre yürüyüşle Tokyo'nun en lüks caddesi Ginza'ya bağlanıyor. Ginza'da hem Japonların hem de tüm dünyanın en önemli ve lüks markalarını bulmak mümkün. Ama haftasonları trafiğe kapatılan Ginza'da da Paris usulü sokak kafeleri yaygın değil. Japonya genelinde zaten yemek yeme işi harc-ı alem yapılan bir iş değil. Kesin bir nedeni vardır. 
Akşam üstüne doğru otelde biraz dinlenip Rainbow Köprüsünü fotoğraflamaya gideceğiz. Bu köprü, Tokyo'nun çöplerinin özel bir maddeyle karıştırılıp denize dökülmesi ile oluşturulan Odaiba adasını Tokyo'ya bağlıyor. Yani toprak burada herşey. Dünyanın en pahalı metrekaresi. 


Tüm bunlara rağmen Tokyo genel olarak denize sırtını dönmüş, adeta denizle küs bir kent. Rainbow Köprüsüne de tam gün batımında vardığımız halde birkaç kilometre yakınında bile fotoğrafını çekecek kadar bir rıhtım ya da seyir köşesi yok. Tüm deniz kıyısı konteyner  ya da kamyon park alanı. Fotoğraf çekecek yer ararken gün ışığı kaçıyor. Sonradan anlıyoruz ki Rainbow Köprüsünü göreceğimiz en iyi yer Tokyo'nun Eifelli, Tokyo Tower. Ama şimdi çok geç.

Akşam saatlerinde Omotosendo'ya varsak da orada yemek için geç kalmışız. Açlığımızı ancak Shimbashi'de giderebiliyoruz. Shimbashi gece geç saatlere kadar açık. 

11.Gün 
Japonya'ya veda, Asakusa, Ueono Park, Tokyo Tower

Uzun seyahatin sonuna geldik. Son günümüzü de hakkıyla değerlendirelim dedik. İlk hedef Asakusa. Pazar günü olması nedeniyle metronun boş olacağını umuyorduk. Ama ne mümkün. Asakusa hattı hınca hınç dolu. Sanki tüm Tokyo Asakusa'ya ulaşmak için sözleşmiş bugün.

Asakusa biraz Hacı Bayram biraz da Çıkrıkçılar Yokuşunun düzü diyelim. Metro çıkışından ulaşmak istediğimiz Sensoi-ji'ye kadar insanlarla omuz omuza yürüyoruz. Senso-ji'ye ulaşan dar sokaklar her tür hediyelik eşya ile uzak doğu mutfağının envayı çeşitini bulabileceğiniz küçük lokantalar dolu. Panayır yeri gibi.


Senso-ji Tokyo'nun en eski Budist tapınağı olması ile ünlü. Bahçesinde bir de Shinto tapınağı var. Pek çok Japon önce tütsülenip Budist tapınağını sonra da su ile ağızlarını çalkalayıp Shinto tapınağını ziyaret edebiliyor. Birbirleri arasında saygısızlık bir yana içiçe geçmişler. Senso-ji bir masal diyarı gibi. Keşke yapma sakuralar da olmasaydı. Renk cümbüşü ve ahengi ancak fotoğraflarla anlatmak mümkün. Ama kasvetli dini yapılara tezat, insanın içini ısıtan renkler diyarındasınız. Seyahatin son tapınağı oluyor Senso-ji.


Senso-ji dönüşü Ueono'ya uğruyoruz. Ueono istasyonu çok Avrupai. Hard Rock Cafe bile var. İstasyonun hemen karşısında Ueno Park'ta bir yürüyüş iyi geliyor, biraz nefes almak için. Bu Park da eski Shinto tapınaklarının alanına kondurulmuş. İçinde Tokyo Milli Müzesi'ni de barındıran dev parkın tamamını gezmemiz mümkün olmuyor. Toprağın bu kadar kıymetli ve rantın yüksek olduğu bir şehirde bu kadar güzel alanları yağmalanmamış görmek biz ortadoğululara ters :)

Tokyo'da son akşamın son durağı Tokyo Tower ya da Tokyo'nun Eifeli. Gerçek Eifel'in üçte biri oranında çelik kullanılarak inşa edilmiş bence kötü bir kopyası.  Hele altına inşa edilen son derece gereksiz dev bilet ofisi ve giriş yapısı hiç yakışmamış. Eifel'in tersine şehrin merkezinde de değil. Yine de madem turistiz çıkalım. 1 saat kadar bilet kuyruğunda bekledikten sonra sizi sadece ilk seviyeye çıkaracak biletin sahibi oluyorsunuz. Daha yukarı çıkmak için ilk seviyede tekrar bilet kuyruğuna girmeniz gerekli. Her seviye için de ayrı asansör kuyrukları. Ama unutmayın ki 300 metredeki son seviyeye çıkmak için 180 basamağı tırmanmak gerekiyor. Eğer ikinci seviyede bilet ve asansör beklemekten usanmadıysanız devam edebilirsiniz.


Tüm seyahat boyu kusursuz hizmet sunan Japan Rail son güne kötü bir sürpriz hazırlamış. Yaralanma ile sonuçlanmış bir kaza nedeniyle Tokyo-Narita hattı askıya alınmış. Ama uçağa yetişmemiz gerek. Allahtan bir istasyon görevlisi eski telefon rehberlerine benzeyen oldukça kalın bir tarife cetvelinden bize alternatif rota çiziyor. Kulağımızı tersten göstersek de vaktinde havaalanındayız. 

Sayanora Nippon! Sevdik seni...







Ender Şenkaya
Mayıs 2015